Sanatçıların bütün mücadelelerinin, bütün o eleştirel çatışmaların, büyük çalışmalar için ödenen milyonların ardından, bir müze ziyaretçisi bir eserin önünde genellikle ne kadar durur? Yakın zamanda gerçekleştirilen bilimsel bir çalışmaya göre yaklaşık yirmi sekiz saniye. Bu ortalama geçtiğimiz on beş yıl boyunca sabit kalsa da, müze ziyaretçilerinin davranışı da değişimden payını aldı. Bugün, ziyaretçilerin çoğu müzeye sadece eserleri görmek için değil, aynı zamanda selfie çekmek için geliyor.

Yaşadığımız dijital çağda müze deneyimi değişiyor, ancak bu değişime kimin önderlik ettiğini söyleyebilmek güç: havasız bir salondan daha fazlasını isteyen ziyaretçiler ya da heyecanlı bir şekilde halkın ilgisini çekecek konuları sezmeye çalışan kuratörler. Her şekilde, varılan sonuç inşaat ve yapı oluyor. The Art Newspaper tarafından yapılan bir araştırmaya göre 2007 yılından beri müzeler 8,9 milyar doları genişlemeye ayırdı – ki bu miktarın yarısından fazlası Amerika Birleşik Devletleri’ne ait. 14 Mayıs’ta, daha önceki galeri alanını üç katı genişletmiş şekilde tekrar açılan San Francisco Modern Sanat Müzesi sadece bu büyüme için 305 milyon dolar para topladı (müze doğal olarak ziyaretçilerine yeni bir akıllı telefon uygulaması da vaat ediyor). Bu canlanma sürecinin çeşitli basamaklarında yer alan saygın kuruluşlar arasında New York’taki Modern Sanat Müzesi, Londra’da Royal Academy, Los Angeles Sanat Müzesi ve dünyadaki en popüler modern sanat müzesi olan Tate Modern (Londra) bulunuyor.

Bir müzenin birçok büyüme sebebi olabilir. Çağdaş sanat eserleri, özellikle de enstalasyonlar ve performanslar eski müzelerde mevcut olandan çok daha farklı alanlar gerektiriyor. Aynı zamanda, yeni ve göz alıcı bir yapı projesi için fon bulmanın sıradan bir yeniden yapılandırma projesi için fon bulmaktan çok daha kolay olduğu da bir gerçek. Çekici sanat bağışları da alan gerektiriyor – örneğin milyarder bir bağışçı, bağışladığı Warhol’ların, Bacon’ların ya da Hirst’lerin herkesin görebileceği şekilde sergileneceğini bilmek istiyor. Son olarak, eski zamanların dingin müze holleri sanatçıların büyük çoğunlukla beyaz, Batılı erkekler olduğu ve sanat patronlarının çoğunlukla bilinçsizce zengin olduğu bir çağı çağrıştırıyor (sonuncusunun hâlâ tam olarak değişmediğini söyleyebiliriz). Şimdi ise amaç, öğrenme, sosyalleşme ve eğlenme yolunda olabildiğince geniş bir ziyaretçi kitlesini ağırlayabilmek. Bu durum etkinlik alanlarının, konser ve sinema salonlarının, toplanma alanlarının inşası ve pek çok alışveriş imkânının sunulması anlamına geliyor. En ilgi çekici genişleme projeleri arasında Tate Modern’inki yer alıyor. Müzenin Thames nehri üzerine inşa edilen yeni yüksek bölümleri 17 Haziran’da açıldı. Bu değişimin altında yatan hırs ise daha yüce olamazdı: müze kavramını 21. yüzyıl için tekrar tanımlamak.

Tate Modern’in kültür üzerinde dönüştürücü etkiye sahip bir tarihi var. 2000 yılındaki açılışı pek çok kesimden övgü alan müze, nehrin “yanlış” yakasında, yıkık dökük bir bölgede yer alıyor. Herzog & de Meuren’in mimarları, harabe bir elektrik santralini çok büyük bir sanat alanına dönüştürdü. 1900 sonrası eserlerin sergilendiği üç katın oluşturulmasını geniş Turbine Hall’un çağdaş sanat eserlerinin sergilenmesi için ayrılması izledi. Louise Bourgeois, Olafur Eliasson ve Ai Weiwei Turbine Hall’da eserleri sergilenen sanatçılardan yalnızca birkaçı. Müzeyi çevreleyen mahalle de değişimden nasibini aldı, yeniden canlandı ve kalabalıklar bölgeye akın etti. Böylece bu kurtarılmış endüstriyel yapı 2000’ler Birleşik Krallık’ın optimizminin bir sembolü, motor gücü haline geldi.

Ancak zamanla yıllık ziyaretçi sayısı beş milyon kişiye ulaştı. Bu sayı, müzenin tasarımının ortaya koyduğu kapasitenin tam iki katıydı. En yoğun saatlerde, ziyaretçi kalabalığı ürkütücü derecede artmaya başladı, sanat eserlerinin incelikli ve sessiz bir tetkiki artık söz konusu değildi. Yine de sanat, Tate Modern’in popülerliğinin tek sebebi değildi, belki de ana sebebi bile denemezdi. Geçici sergileri genellikle mükemmel olmasına rağmen, kalıcı koleksiyondan seçilen eserler kafa karıştırıcı bir şekilde düzenlenmiş olup ziyaretçide hayal kırıklığı yaratabiliyordu. Yine de bu oldukça popüler elektrik santrali turistler için kesinlikle görülmesi gereken bir mekâna dönüştü ve insanı iflasa sürükleyebilecek denli pahalı olan bu şehirde yerliler Tate Modern’de oldukça çekici bir gezi imkânı gördüler (diğer ulusal müzeler gibi Tate Modern’in kalıcı koleksiyonunu ziyaret etmek de ücretsizdi). Bu başarıyı ve ilgiyi karşılamak için, Tate yöneticileri bir genişleme fikriyle ortaya çıktılar. Herzog & de Meuron’un projesi üst ucundan kaldırılmış gibi duran, bükülmüş bir şekil verilmiş, uzun yatay pencerelerle donatılmış, tuğlayla kaplanmış, köşeli ve orta yükseklikte bir binaydı ve bu bina bağlı olduğu elektrik santraliyle uyumlu olarak projelendirildi. Proje müzeye %60 daha fazla alan eklemekle kalmadı, aynı zamanda müze çevresinde halka açık meydanlar oluşturma planını da geliştirdi.

Bu proje çerçevesinde Tate Modern müzenin koleksiyonunun yeni ve tazelenmiş bir sergisini vaat ediyor. Odak noktası ise sanatın pratikte ve yorumda müzenin kuruluşundan itibaren nasıl değiştiği olacak. Bu süreçte vurgu Paris-New York-Londra bağlantısının dışında yaşayan, daha önce rağbet görmeyen bir ortamda çalışmış ya da şöhreti darkafalılık yüzünden azalmış olan ve bu sebeplerle haksız yere eleştirilip dışarıda bırakılmış sanatçıları birleştirip müzenin bünyesinde toplamak üzerinde olacak. Bir diğer ana hedef ise müzik, dans ve “canlı sanat”ı içeren daha katılımcı bir deneyim yaratmak.

Yakın zamanda gerçekleşen bir basın toplantısı sırasında Tate Modern’in direktörü Frances Morris kurumun “insanların gelip seyredeceği ve zaman geçireceği bir müzeden kapılarını işbirliğine, iletişime ve katılıma açan bir müzeye” dönüşümünün üzerinde durdu. Bu dönüşüm, müzenin yeni açılacak bölümlerinin kat planında dahi oldukça belirgin: yeni on seviyenin çoğunluğu hiçbir şekilde sanat içermeyecek. En tepede bir panoramik görüş katı yer alıyor, bir seviye restoran, bir seviye ise öğrenme ve etkinlikler için ayrılmış. Yine başka bir seviye bar ve mağaza için ayrılmışken bodrumda performanslar ve enstalasyonlar için yeniden değerlendirilmiş yağ tankı alanı dışında sadece üç seviye sanat sergisi amacıyla bırakılmış.

Eğer bu genişleme projesinin spiritüel bir temeli var ise bu, kendine ait bir kata sahip, atölyeler ve tartışmalar sunan bir deney sayılabilecek “Tate Exchange” olabilir. Morris bu deneyimi “daha derin bir bağlılık kurmak isteyen, bir konuşma dinlemeyi arzu eden, fiziksel bir şey yapmak ya da onunla benzer görüşlere sahip insanlarla bir kahve içmek isteyen toplumun her üyesine açık olacak özgür ama aynı zamanda planlanmış bir alan” olarak tanımlıyor. Toplumsal gruplar çocuklar için bir sanat stüdyosunu, bölgesel bir radyo istasyonunu ve Tourette sendromu olanlar için bir organizasyonu da içeren ajandayı belirleyenler arasında.

Bir genişlemenin ya da serginin başarısı genellikle ziyaretçi sayısıyla ölçülse de başarının başka göstergeleri de var: bir serginin ziyaretçileri ne derece aydınlatıp, değiştirip, harekete geçirebildiği ya da bir koleksiyonun yerli sanatçılara ne derece ilham verebildiği. Bu çıkarımlar bize herhangi bir veri sağlamıyor. Bu sebeple müzelerin ziyaret oranları müze yöneticilerinin üzerine yük oluyor ve işlerini kaybetme tehlikesiyle karşılaşabiliyorlar.

Üstelik belki de kalabalıkları memnun etmek öncelik olmalıdır. Daha geleneksel, düşünmeye dayalı bir müze anlayışını savunanlar kulağa demode, elitist ve dar görüşlü geliyor – bunlar da tam olarak müzelerin kaçınmaya çalıştığı tutumlar. Birleşik Krallık’ta bu mesele sınıf bilinci kavramıyla bir arada düşünülüyor, zira birçok müze toplumsal konumuna bakmazsızın (oldukça düşünceli bir biçimde ve düşük seviyedekileri yükseltmeye dair özel bir amaç yolunda) vatandaşları yetiştirip geliştirme amacıyla kuruldu. Tate’nin organizasyon şefi Sir Nicholas Serota gibi bir müze lideri eğer istisnasız herkesin rahatlamak, takılmak ve sosyalleşmek için cesaretlendirildiği bir alan yaratmış olmasaydı, eleştirilir ve hatta ayıplanırdı.

Çalışmaları arasında The Art-Architecture Complex’in de bulunduğu eleştirmen Hal Foster, süregelen müze artışına dair endişelerini dile getirdi. Özellikle son moda binalara gösterilen yoğun ilgi içerideki sanatı gölgeleyebiliyor. Foster geçen yıl London Review of Books’ta yayımlanan bir yazısında bu durumu “Bu olayın arkasındaki mantık bir kutu inşa edip onu uğraşmaları için sanatçılara bırakmakmış gibi görünüyor, fakat bunun sanat yakasındaki sonucu büyük ihtimalle kusurlu bir enstalasyon çalışması olacaktır,” şeklinde ifade etmişti. Foster aynı zamanda hedef kitleyi  küçük görme eğilimine de değiniyor. Foster bu durumu şöyle özetliyor: “Performans etkinliklerinin bu derece sahiplenilmesinin sebebi yanlış bir şekilde pasif olarak kabul edilen izleyiciyi aktifleştireceklerine olan inançtır. Bugün müzeler bizi rahat bırakamayacağa benziyor, bizi pek çoğumuzun çocuklarımıza yaptığı gibi teşvik edip özendiriyorlar.”

Müze ziyaret ve inceleme sürelerini araştıran akademik bir makalede Lisa F. Smith, Jeffrey K. Smith ve Pablo P. L. Tinio bir benzerliğe atıfta bulunuyor: sanatı görmek ve incelemek, yemek yemek gibidir. Bazı insanlar “tadar” (sanat eserine bir bakış atar); diğerleri “tüketir” (dolu dolu yirmi sekiz saniye bakar); az bir kısmı ise “tadını çıkarır” (bir dakika ya da daha fazla inceler). Bir selfienin ziyaretçiye katılım sağlamadan tüketme imkanı sunduğunu gözlemlerler. Yine de sanatta ödül ilişki kurma, dikkat ve çabayla elde edilir. Müze direktörleri “interaktiflik”, “ katılımcı alan” ve “mekana özel uygulama”dan bahsettiklerinde bunun toplantı odasında modaya uygun bir şekilde çınlaması gerekir. Ya da bu, kötülüğü teşvik edici bir biçimde de gelebilir kulağa: sanat daha kolay, daha rahat ve daha çok çevrimiçi eğlence gibi olmalıdır.

Bir gerekçelendirme, çevrimiçi devrimden doğan sayfa tıklamalarıyla, ziyaret verileriyle ve diğer verilerle pekiştirilmiş heyecan verici bir kavram olan kültürün demokratikleşmesidir. Kim eşitlik ve hak etme kavramlarını vaat eden demokrasiyi tartışabilir ki? Ama demokrasi metaforu, kültür söz konusu olduğunda yanlıştır. Bu, tüm vatandaşların belirli bir dönem boyunca devleti yönetmesi için seçtiği bir lider değildir, bu ne zaman  kalabalıklar bir araya gelse bir pazarlama ekibi tarafından harekete geçilmesidir. Son zamanların en çok oy alan filmlerini düşünün. Bu filmlerin seçilmiş temsilcileri çelik karın kasları olan bir ton süper kahraman içerir. Ama bunlar en iyi filmler midir?

Tate Modern bugün dünyanın her yerinde zenginleşen çeşitli sahne sanatlarına ilgi gösterdiği, deneysel sanatın heyecan verici işlerini sahiplendiği, modernist yaratıcılığın tarihini değerli ama tanınmaz olanı kapsayacak şekilde incelediği için takdir edilmelidir. Sanat yabancılaşmayı ve tuhaf bir şekilde bireyi içermeli, bizi kesinlikle bize ait olmayan yabancı görüşlerle yüzleştirmelidir (bir selfie için yüzümüzü eklememiz bunu değiştirmeyecektir). Sanat her zaman katılım, popülerlik ve her şeyi kendimizle ilişkilendirmek değildir. Müzeler de olmamalıdır.

The New Yorker

SEPET
0