İntihal: Aşırma; alıntı ifade ve fikirler için kaynak göstermeme.
Uykusuzluk dışında her şey normaldi. Tüm olanları içten içe kendimle gurur duymama sebep olacak kadar normal bir şekilde karşıladım, fakat uykusuzluk sabitti. Üstelik sadece yorganı boynuma çekerek karanlıkta saatlerce yatakta dönüp durmakla kalmamış, kendime ait küçük ritüeller de geliştirmiştim. Mutfak ve banyonun ışığını açık bırakıyordum örneğin, ya da yanımda her zaman için su dolu bir bardak bulunduruyordum; böylece, olur da ilerleyen saatlerde yerimden fırlayarak evin içinde koşmak istersem karanlık tarafından engellenmeyecek ya da, olur ya, yersiz bir öfke krizine kapılırsam duvara fırlatabileceğim bir şeyden mahrum kalmayacaktım.
Okumaktan özellikle uzak duruyordum, çünkü bu bana hiç de iyi çağrışımlar yapmamaya başlamıştı. Satırlarda yazanlardan çok, sayfanın sonuna geldiğimde parmağımı yalayıp yalamayacağımı ya da oturma pozisyonumu kaç sayfada bir değiştirmem gerektiğini düşünüyordum. Bu da çoğunlukla kendi kitabımı anımsamamla sonuçlanıyordu.
Bir süre sonra komşularımın ince duvarlardan sızan seslerini dinlemeye başladım – ki sonuç içler acısıydı. Hemen yan dairede yeni evli bir çift oturuyordu ve aralarında sık sık yaşanan manasız tartışmalar, beni ufak didişmeler üzerine kurulmuş kusursuz bir ilişkileri mi olduğu, yoksa erken bir evlilikten mi mustarip oldukları konusunda ikilemde bırakıyordu. Hemen her akşam, yattığım yerden, akla hayale gelmeyecek bir şey yüzünden birbirlerini yediklerini duyardım ve sebep ne olursa olsun gösterdikleri abartılı tepkiler, olgunluğum nedeniyle kendimi bir kere daha takdir etmeme yol açardı, fakat bunu hiçbir zaman açıkça dile getirmezdim.
Dediğim gibi, uykusuzluk dışında oldukça iyiydim. Benim yerimde bir başkası olsaydı, yaşananlardan sonra eminim birkaç yeni alışkanlıktan ve uyku düzenindeki bozukluklardan çok daha büyük sorunlarla yüzleşmek zorunda kalırdı. Bense kendime hâkim olmayı başarmıştım. Ortalığı velveleye verip aşırı tepkiler göstermemiştim.
“Aa, uyanıyor bu. Hastaya bakabilir misiniz Selma Hanım?”
Gözlerimi açmam tahmin ettiğimden daha uzun sürmüştü ve nihayetinde bu zorlu süreci tamamladığımda ilk gördüğüm şey, ne olduğunu çıkaramadığım flu bir arka planda, keskin baş hareketleriyle etrafına emirler yağdıran beyaz önlüklü biriydi. Kare suratının üzerine özenle yerleştirilmiş gibi duran saçları, her bir cümlesiyle birlikte kendine has bir yörüngeyle sağa sola sallanıyor ve omuzlarına hafif bir kepek kütlesi bırakıyordu. Gözkapaklarım gündelik hareketlerine biraz daha alıştıktan sonra, yanıma yaklaşan kısa saçlı bir başka doktor gördüm.
“Doktor Zenan?”
Ne yazık. Beni ciddiye almamış gibi görünüyordu. Onun yerine kare suratlı doktor üzerime eğildi ve parmaklarıyla gözlerimi iyice açarak kirli sarı bir ışığın yardımıyla onları dikkatle inceledi.
“Adınızı hatırlıyor musunuz?”
Ağzımda bir şeyler geveledim; sadece doğru cevabı bildiğimi ispat edecek kadar.
“Şu an hastanedesiniz. Ufak bir sinir krizi geçirdiniz, birkaç saattir baygındınız ama iyisiniz şimdi, bir şeyiniz yok.”
Bilincim yerine geldikçe sahne de netleşmeye başladı. Acilde olmalıydım. Hemen karşımda yan yana dizilmiş sedyeleri seçebiliyordum, benim bulunduğum sıradaysa, parçalanmaya yüz tutmuş kumaşlarını büyük bir tecrübe ve gururla sergileyen koltuklar duruyordu; hemen hepsinin üzerinde de koluna serum bağlanmış ya da bir yeri uzunca bir sargı beziyle sarılmış hastalar vardı. Oradan oraya koşuşan stajyerler ve nöbetçi doktorlar, kendi köşelerinde tedirginlikle sızlanan hasta yakınlarının görkemli senfonisine adımlarıyla eşlik ediyordu. Başımın feci bir şekilde ağrıdığını da o anda fark ettim.
“Allah’tan arkadaşınız getirmiş hemen. Oluyor böyle şeyler tabii ama bir kontrol etmekte fayda var yine de. Siz de biraz daha iyi hissettiğinizde gidebilirsiniz.”
“Ne arkadaşı ya?” diye kısık sesle sordum uzaklaşmakta olan doktorun arkasından; beni duymamıştı.
O anda yarı alaycı yarı endişeli bir yüzle üzerime eğilen Cafer’i gördüm.
“Sakin ol sen, yasla bakayım sırtını şuraya.”
Cafer Âlim’i uzun zamandır tanıyordum aslında ama tüm bunları, konuyla bir alakası olmadığı sürece bilmek istemeyeceğinizi varsayıyorum, ben de bu yüzden şimdilik çenemi tutacağım.
“Senin ne işin var burada?”
“Saçma sapan konuşma. Ben getirdim seni. Sakin sakin tartışırken kendini kaybedip bağırmaya başladın birden, düşüp bayıldın sonra da. Sağın solun belli değil hiç yani!”
Her şeyi gayet normal bir şekilde karşılamışım demek ki. Yerimden doğrulmaya çalıştım ama Cafer’in kararlı hamlesi bana engel oldu.
“Gerek yok kıpırdanmana, kalksan ne yapacaksın?”
“Senin ağzını burnunu dağıtmam gerekir aslında da, durumum el vermiyor işte.”
“Boş ver sen, keyfine bak.”
Ne diyeceğimizi bilemeden birbirimize baktık. Yitirdiğim sahneler kafamda yavaş yavaş birleşiyordu ve tam orada, bana ulaşmaya çalışan tüm ışığı bir tür suru andıran iri bedeninde eriten haşmetli Cafer’in huzurunda, bilincin gözlerimden damla damla aktığını ve huzursuz fakat sakin bir uykuya daldığımı sezdim. Son birkaç gündür onu çağırmadığım tek anda teslim etmişti uyku kendisini bana.
Rüyamda her şey mükemmeldi; ne gereksiz ayılıp bayılmalar ne de çoktan hayatımdan çıkmış olması gereken insanlar vardı. Harikulade bir monotonlukla kendime bir kahve doldurup, işe gitmek üzere evden çıkıyor ve rüyanın geri kalanı boyunca, büyüleyici bir yavaşlıkla adım adım ilerleyen trafikte takılıp, bir yandan otobüsün ani hareketlerinden etkilenmemek için sıkıca tutunurken bir yandan da adını bilmediğim bir kitabı beceriksizce okumaya çalışıyordum. Bilinçaltı, her kahve içişinizde size farklı kişilerce tekrarlanan bir fal gibi.
Şu an, olayların üzerinden büyük resmi görmeme yetecek kadar zaman geçtiği için bu kadar rahat ve umursamazca yorum yapabiliyorum tabii; her ne kadar kendimi olgunluğumdan dolayı defalarca takdir etsem de olanlardan sonra içten içe ölüyordum ve bu sadece uykusuzluğun getirdiği bir sanrı da değildi. Ben bir yerde aldanmıştım. Bir yerde kontrolü yitirmiştim. İşlerin planladığım gibi gitmemesi, olayın yarattığı olumsuz sonuçlardan çok daha vahim bir durumdu benim için; hemen her takıntılı insanın yapabileceği bir yorum bu.
Cafer’in evinden nefret ederdim, çünkü mükemmeldi. Bırakın yaşamayı, herhangi bir sebeple uğramak zorunda kalsanız bile tarifsiz bir tedirginlik duygusuna kapılmanıza yol açan rezalet bir semtteydi ve bu haliyle, türlü testleri, zorlukları ve engelleri aştıktan sonra ulaşılan bir cenneti andırıyordu. Çoğu insanın önünden geçip gideceği bir binanın en üst katındaydı; arkada bıraktığınız her katla birlikte, kelimenin tam anlamıyla “yükseldiğinizi” hissederdiniz ve sonunda üzerinde herhangi bir ismin yazılı olmadığı çelik kapıya ulaştığınızda, yol boyunca karşılaştığınız rezalet sokakların, tuhaf insanların ve katıksız şüphenin ödüllendirildiğini sezerdiniz; tüm bunlar tamamen bilinçsizce gerçekleşen süreçlerdi. Ev bir kutu gibiydi ve Amerikan mutfaklı geniş antrenin hemen sağında ufak bir yatak odası, solundaysa banyo vardı. Çatı katında olmanın yol açtığı o etkileyici atmosferden faydalanarak tüm tavanı ahşapla kaplatmıştı Cafer; böylece bir çatı katında olduğunuzu unutup boyunuzu sonuna kadar sergilerken kafanızı tavana çarptığınızda o kadar da aptal görünmüyordunuz.
Ne kadar nefret etsem de, hastaneye düşmeden birkaç saat önce oradaydım; Cafer’le dramatik bir yüzleşme yaşıyordum.
“Bunu benden duymadığın için özür dilerim valla,” dedi sakin ama tedbirli bir sesle. “Yemin ederim ben söyleyecektim. Kim çıtlattı sana?”
“Kitapçıda gördüm üç gün önce, pis herif. Dağıtımını bile yapmışlar kitabın.”
Cafer suçlu bir çocuk gibi bir süre dudaklarını büzüştürerek yere baktı. Onun gibi “büyük” bir adamın bu şekilde davranması çoğu insana komik gelebilirdi ama ben eğlenmiyordum.
“Ne bok yedin sen? Ne akla hizmet yaptın böyle bir şeyi?”
“Şöyle düşün,” diye cevap verdi pek de bozulmuş görünmeden. “Senin kitabının bütün olayı bu değil miydi? Bütün yazarlar birbirinden çalıyor, herkes intihal yapıyor. Sen de başkalarının kitaplarından çalarak yazmadın mı kitabı? Senin kitabını çalmış olmam şimdi beni neden senden daha suçlu yapıyor?”
Kurduğu cümlelerin ve mantığının karmaşıklığı bir an onu bile düşündürdü, ben ne kastettiğini gayet iyi anlamıştım oysa. Ciddiyim.
“O yazarlar kitaplarını yorumlayayım diye bana vermemişlerdi ama. Ne alakası var lan ayrıca? Sen bütün kitabımı çalmışsın, olduğu gibi yayımlamışsın!”
“Teessüf ederim. Okumadın mı? Aynı değil, bir sürü yeri değiştirdim.”
Yüzsüz herif.
“İpliğini pazara çıkarayım mı şimdi?” diye tehdit ederek şansımı denemek istedim, hiç de umut verici değildi.
“Saçmalama, kendini utandırırsın. Kaç yıllık arkadaşımsın, senin için söylüyorum. Şimdi kalkıp da kitabın senin olduğunu, benim de senden çaldığımı söylersen millet sana bir tarafıyla güler, kimseyi inandıramazsın kendine.”
Mantığını inkâr edemedim. Kitabın içeriği elimi kolumu bağlıyordu, Cafer’i hiçbir şekilde intihalle suçlayamazdım.
Sanırım kendimi tam o noktada kaybettim, anlamsızca bağırıp çağırmaya başladım. Kabul ediyorum ki pek de iyi bir savunma yöntemi değildi, fakat sinirlenmiştim.
“Artık bana kızgın değilsin herhalde o zaman, değil mi?” diye sordu Cafer, ben acilde ikinci kez uyandığımda. Cevap vermedim ama açıkçası ona küsmüş değilim.
Hastaneden çıkıp Cafer’den ayrıldığımda, bir kitapçıya girip Cafer Âlim’in adıyla basılan kitabı(mı) aldım. Birkaç gün boyunca okuduğum tek şey o oldu. Cafer yalan söylemiyordu, gerçekten de kitabımdaki birçok yerde kimi zaman gerekli gördüğü için, kimi zamansa kendi beğenisine göre ciddi değişiklikler yapmıştı. Bunların daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğu konusunda objektif bir yorum yapamayacağım; sonuçta onu “ben” yazdım. Yine de belirtmek gerekirse (bunu sonradan da sık sık dile getireceğim sanırım), “Tanrı” bölümünün dışındaki tüm değişikliklerin kişisel sebeplerden kaynaklandığını düşünüyorum.
Kitabı bitirdikten sonra aklımda kalan en temel şey de bu değiştirilen bölümler oldu. Bir anlamda Cafer gerçekten de benim savunduğum şeyi yapmış ve benden çaldığı kitabı kendine göre değiştirerek çok farklı olmasa da yeni bir kitap yaratmıştı. Değişikliklerin çoğunu Cafer’in düşünce biçimiyle ya da edebi zevkiyle bağdaştırabiliyordum ve bu da aklıma, kitabın bana ait olan versiyonunu, değiştirilen pasajlarla ilgili şahsi düşüncelerimi de içerecek şekilde yayımlama fikrini getirdi. Bu yoğun bir çalışma gerektirmiyordu ve kitabım da halihazırda tamamlanmış, hatta yayımlanmıştı. Şu an okuduğunuz kitap da, orijinal metni ve Cafer’in kitabında değiştirilen bölümlerle ilgili aldığım notları içeren baskı.
İstediğinize inanmakta, kitabı dilediğiniz gibi okumakta özgürsünüz; ister benim Cafer’in kitabının ününden faydalanmaya çalışan çıkarcı herifin teki olduğumu düşünün, ister durumu acemice toparlamaya çalışan biri. Dipnotları okumadan geçmeyi de tercih edebilirsiniz; sonuçta asıl gidişata pek bir etkisi olmayacak.
İnsanın öncelikleri nasıl da çabuk değişiyor; keşke bunu yazmak yerine uyuyabilseydim.