Diyelim ki iki ya da belki üç çocuğunuz var ve sahip oldukları şeyler için birbirleriyle sürekli kavga ediyorlar. Rekabet nedenleri ise çok fazla: lego setleri, çeşitli elektronik ev eşyalarının kullanımı veya evin köpeği için seçilecek isim. Ve çocuklar bu durum ile hiç barışık değil; birbirlerine eziyet ediyorlar ve çete taktiklerini benimsiyorlar – zalim isyancılardan tek farkları olan gizli saklı hareket etme kuralını aksatmaları ise siz ebeveynlere az da olsa huzur ve sessizlik sağlayabiliyor. Her birinin adalet ve ne hak ettiği konusunda bir fikri var.

Peki kazanmayı gerçekten ne kadar istiyorlar? Kumandanın kontrolüne sahip olabilmek adına nelerden vazgeçebilirler? Paul Raeburn ve Kevin Zollman’ın The Game Theorist’s Guide to Parenting: How the Science of Strategic Thinking Can Help You Deal with the Toughest Negotiators You Know—Your Kids adlı kitaplarında değindiğine göre, bu küçük savaşçılar hakkında ödemeye razı oldukları dışında bir şey bilmemiz çok zor. Gazeteci Raeburn ve Carnegie Mellon Üniversitesi’nden oyun teorisyeni ve filozof Zollman’ın savına göre bu çocukların annelerinin yapacağı en iyi hamle bir açık artırma düzenlemek ve (tabii piyasa şartlarını göz önünde bulundurarak açık teklif, kapalı teklif, herkesin birbiri ardına teklifi yükselttiği, aşina olduğumuz açık artırma veya Flemenk tipi açık artırma seçeneklerinden birine karar verdikten sonra) teklifleri almaya başlamak. Çocuklardan biri dört dolar teklif eder, diğeri on; kazanan ise on iki dolar teklif etmiştir. Kaybedenler, kazananın fazla ödediğine kanaat getirerek, kendilerinden memnun bir halde uzaklaşırlar. Anne için ise geriye şu problem kalır: “Artırmadan topladığın para ile ne yapacaksın?”

Fazla para çoğu aile için dert edilecek bir problem değildir.  Raeburn ve Zollman her akşam nakit para tahsil etmenin pek akıllıca bir hareket olmayabileceğini biliyor, bunun büyük oranda nedeni ise, parayı tekrar bölüştürme dürtüsüne olan güvensizlikleri. (Varsayalım ki bir ebeveyn, açık artırmayı kazanmak pahasına iflas eden çocuğuna dondurma alacak kadar hassas – bu durum her türlü ahlaki riski beraberinde getirebilir.) Anne babalara, bu açık artırmanın para birimini “emek/iş” olarak belirlemeleri ve ardından da rahatça oturup içinde ev işlerini yapan açık artırma galiplerinin ve piyasa şartlarına göre isimlendirilmiş yavru köpeklerin dolaştığı tertemiz bir evi izlemeleri salık veriliyor. Bu, yazarın “gerçek yaşam çocukları” olarak atıfta bulunduğu şeyle kitabın alakası olup olmadığını merak ettiğimiz pek çok andan biri.

Oyun teorisi, modern anlamıyla, ABD askeri güçlerinin Sovyetler Birliği ile muhtemel bir nükleer restleşme ile başa çıkılması amacıyla 1940’lar ve 50’lerde geliştirilmiştir. Günümüzde oyun teorisi kavramı ile çocukları yönetmek, Amerikan ebeveynlerinin zihnindeki tehdit seviyesi sebebiyle uygun görünüyor. Muntazam bir refah gösterisinin yanı sıra gelen kıyamet zamanı önsezisi Soğuk Savaş dönemindeki diretmeyi andırıyor. Bu durumda, The Game Theorist’s Guide to Parenting aynı zamanda bir tüketici kılavuzu. Bu oyunların sahnelendiği ev halkı; üst düzey dereceleri olan ebeveynler, teşvik öğeleri olan Lego setleri, ve bir pijama partisinde, eski püskü çarşaflar yerine aşırı havalı “L.L. Bean Katahdin 35° model uyku tulumu”nu kullanabilmek adına cömert teklifler sunan ikizlerden oluşuyor. Çocuklar, basit bir deyişle, anne babalarının zevk ve amaçlarını paylaşırlar; tabii bazı durumlar dışında – örneğin evin erkek çocuğu, kız kardeşiyle işbirliği yaparak restoran yerine hamburgerciye gitmek için ebeveynlerine karşı oyun teorisi taktikleri kullandığı zaman. (“Çünkü tarafını stratejik bir hamleyle belirlemezse hamburger yeme şansını kaçırabilir!”)

Kitabın günümüzdeki ebeveynlik anlayışıyla paylaştığı şey, güven duygusunun az bulunan bir meta olduğudur. Örneğin bir çocuk, adı Thomas olsun, okuduğu ilkokulun üstün yetenekliler programında makul notlar alıyor, peki gerçekten elinden gelenin en iyisini yapıyor mu? Yoksa ne kadar çok çalıştığıyla ilgili palavra atıp, kitap projesi için çaba sarfetmesi gereken yerde Minecraft oyununu mu düşünüyor? Raebur ve Zollman, Thomas gibi “muhtemel düşük-performans” vakalarıyla başa çıkabilmek için “principal-agent (asil-vekil) Modeli”nin yayılmasını öneriyor – fakat mükâfatların fazla iyi olması durumuda hile yapma olasılığının da artacağı uyarısıyla beraber. “Kusursuz gözetim” ve “inandırıcı tehditler” (mesela ebeveynler ve bakıcılar birbirlerini tehdit unsuru olarak kullanabilir) gibi tedbirler olmadan çocuklar yalan söyleme eğilimine teslim olacaklardır. Oyun teorisi dünyasında, bu ahlaki bir sorun olmaktan çok uygulamada sıkıntı yaratan bir problem. Kalıcı bir çocuk-kontrol manipülasyonu olmadan, orta-sınıf ailesi dağılacaktır ve bunun yaratacağı stresin sınırı yoktur. Mahkûmun ikileminin muhtemel sonuçlarına hâkim olmak,  Amerikan ailesinde kimin mahkûm olduğunu göz önünde bulundurmaktan daha az faydalı olabilir.

“Ebeveynlerin çocuklarına ne borçlu olduğu Cumhuriyet başından beri Amerika’nın esas sorusu olmuştur,” diyor Paula Fass, The End of American Childhood: A History of Parenting from the Frontier to the Managed Child adlı eserinde. Hatta bu soru çocukların ailelerine ne borçlu olduğundan daha çok sorulur. Amerikalı çocuklar, nezaket sunmak zorunda bile değildir: kabalıkları, kıtalararası ve yüzyılları aşan bir efsanedir. Yabancılar her zaman Amerikalı anne babaların, çocuklarının sahip olduğu imtiyazlara karşı ertelenmişlikleri sebebiyle dehşete düşmüştür. Bir 19. yüzyıl gezgini, “Çocuk vatandaşlar tıpkı Yılan Kızılderilileri gibi vahşice oradan oraya koşabiliyor ve ne isterlerse onu yapıyorlar,” diye belirtmiştir. Bu erken dönem gezginleri aynı zamanda Amerikalı ebeveynlerin, çocuklarına ev işleri ya da küçük çocuklarla ilgilenmek gibi Avrupalıların daha ileri yaşlarda üstlenilmesi gerektiğini düşündüğü sorumluluklar da yüklediğini aktarmıştır. Dünyanın geri kalanına bağlı olarak,  ziyaretçiler Amerikan çocuklarının davranışlarını demokrasinin, kapitalizmin, kitlesel kültürün, sosyal devinimin veyahut da McDonald’s’ın kusuru olarak görmüş, gördükleri çocukların ise idolleştirilmiş, tapılmış, ihmal edilmiş, şımartılmış ya da belki boş yere rekabete sokulmuş olarak yetiştirilip yetiştirilmediklerini çözememişlerdir. Aynı şekilde Amerikalılar da bundan hiçbir zaman emin olamadılar. Son zamanlarda, çocuklara yapacakları önemli şeyler vermekten ziyade yaptıkları her çocukça şeyin önemli olduğu anlayışına kaymış bulunuyoruz.

Başlangıçtan beri, Amerikan düşüncesine göre ebeveynliğin hedefini “kuşakları birbirinden azat etmek, özgürleştirmek” olarak yazmıştır Fass; yani çocuk, ebeveynlerinden daha iyisini yapabilir, aynı Amerika’nın yaptığı gibi. Çocuğun her şey olabileceğine dair inançsızlık, temel bir şekilde Amerikan mitini de reddetmek anlamına geliyor. Bu ethos, Avrupalılarının “itaatsiz, asi Amerikalı” eleştirisini de tersine çevirmiştir: ataerkil aile modelini benimsememek, demokrasinin iyiliğini ve Amerika’nın yüceliğini onaylamak demekti. Fass’ın 1900’lerdeki Ladies’ Home Journal’dan alıntıladığı bir makale, Amerikalıların çocuklarını “zamanın tüm güzelliklerinin varisi” olarak görme eğilimini tanımlıyor ve ekliyor, “Oğlan, önemini beşikten beri bilir” (burada “erkek” söylemi dikkate değer) Çocuklarımızı özgür bırakmak, diğer şeylerin yanı sıra onları zengin edecektir. Kaba çocukları seviyoruz ve bizi hamburger alabilmek için manipüle edenlere de hayranlık duyuyoruz; çünkü bunlar, bu projenin çalıştığına işaret ediyor.

Bu senaryo, karakterden büyük oranda sorumlu olan ebeveyn üzerine muazzam bir baskı yükler – yani annenin. Amerika’nın ilk zamanlarında, çocuk ölümleri yüksek iken, anneler için çocuklarını nasıl hayatta tutacaklarına dair tavsiyelerle dolu yayınlar vardı, kaybettikleri çocuklarının yasını tutanlara özel teselli şiirleriyle yan yana bir şekilde. İlaç sektörünün gelişmesi ve daha güvenilir aile planlamaları yapılmasıyla beraber, uzmanlar “daha az sayıda çocuk sahibi oldukça, daha yoğun bir anne ilgisinin ortaya çıktığı bu süre zarfında bağımsız/özgür çocuğu ortaya çıkarmayı denemişlerdir,” diye yazmıştır Fass. Bu, sonraki annesiz yaşama alışma, yani ‘ayarlanma’ üzerine sonsuz kitaplar üretmiştir. Aşırı koruyucu anneler, çocuklarının Amerikan mirasını çalıyor gibi algılanır. Doğal olarak, çocuğuna dolu dolu, üretken ve bağımsız başarı için öncülük konusunda yeterli koruyuculuk sağlayamayan anne ise, bundan daha da kötüsü olarak görülür.

1890’lı yıllarda çocukları “kurtarmak”, onları aile etkisinden uzaklaştırmakla eş değer görülür hale geldi. Baba Pap Finn’in bir çukurda yatması güzel olurdu diye düşünürken, bir yandan da Huckleberry’ye bayılırız. Ancak bir şekilde, benzer hükümlere varırken kadınlara güvenmiyoruz. Bağımsız çocuğa tapınma, hiçbir zaman bağımsız anneye kadar varamadı. Politikacılar dahi “bağımlılık kültürü” konusunda yakınır, bekâr annelerin öz-yeterliliğe gerçek bir örnek sağladığını reddeder ve bunun yerine bir baba figürü sağlayamadıkları için onları kınarlar. Stephanie Coontz’ın The Way We Never Were: American Families and the Nostalgia Trap adlı eserinde belirttiği gibi, aynı zamanda bu kadınların arkalarında bıraktıklarını da reddediyoruz. Coontz’ın aktardığı bir çalışmaya göre, bazı eyaletlerin başlattığı  kusura dayanmayan boşanmanın (no-fault divorce) ilk beş yılında, aile içi şiddet oranları yüzde otuz azalmıştır. Bu eyaletlerde, eşlerin intihar oranları yüzde seksen ile yüzde altmış arasında düşmüştür.

Coontz’ın derslerinden biri de Amerikalıların neyi bağımlılık olarak saydıkları konusunda çok seçici olmalarıdır. Öncü ve hürmetli çocuklarının serbestçe gezindiği sınırdaki aileler, başarılarını (başarıya ulaştıklarında) sadece çok çalışmaya değil, Homestead Act gibi gibi tedbirlere ve Yerlilerin topraklarına yapılan toptan arakçılığa borçluyken, 50’li yılların banliyö aileleri ise kendilerininkini G.I. Bill ve federal mortgage programlarına borçlu. Bu iki aile modeli “muhtemelen Amerikan tarihinde en çok finanse edilme onurunu taşımaktan ötürü birbirlerine bağlı,” diye belirtiyor Coontz. Hal böyleyken, yoksullar için devlet yardımlarının yozlaştığı ve “yardımların yalnızca tembellik yarattığı” gibi iddialar yayılıyor. Bir zamanlar ülkeyi inşa eden bu tarz yatırımlar, güçsüz ebeveynleri kötü seçimler yapmaya iten ve Fass’ın söylemiyle “kuşakları birbirinden azat etmek” mecburiyetini baltalayan ahlaki tehlikeler olarak görülüyor.

Bu mecburiyet özellikle göçmenlere yüklenmiş durumda. Amerikalılar göçmen ebeveynlerin çocuklarına çok bağlı olup fazla sıkı tuttukları ve böylece onları geri bıraktıkları konusunda endişeliydi. Şimdi üst-orta sınıf ebeveynleri tedirgin bir biçimde Amy Chua’nın The Battle Hymn of the Tiger Mother’ı gibi kitapları çalışıyor. Onun gibi anne babaları güya sistem üzerinde kumar oynadığı ve göçmen-çocuk deneyiminin bir tür paketlenmiş halini aceleci bir biçimde kendi yavrularına vermeye çalıştıkları için kınıyorlar. Gizlenen panik ise ezberci eğitime karşı geleneksel Amerikan küçümsemesinin artık eskisi kadar haklı görülmemesi ve evi terkettiklerinde zararda olacak kişinin çocukları olması. “Onlar,” diyor Fass, “gözetimde ufak bir sapmanın, çocuklarının geleceği için dikkatle hazırladıkları yolu mahvedeceği konusunda giderek artan bir şekilde endişeliler.” Devlet okulları, Amerikalıların inancını kaybettiği kurumlar listesine eklenmiş durumda ve bu okulların, Fass’ın da belirttiği üzere “artık sadece göçmen çocukların –özellikle Asya kökenli Amerikalıların– manipüle ettiği bir kaynak” olarak işlemesi gibi meşru şikâyetler, bu kurumların kalitesine şüphe düşürüyor (bu durum onlarca yıl önce Yahudi öğrencilerin Ivy League okullarında çok fazla yer aldıkları korkusunun başka bir versiyonu). Çocukların temeli kaybettiği konusunda endişeli bir şekilde, çağdaş ebeveynler kontrolün özlemini çekiyor: “Sıkı denetim, fiyaskodan iyidir.” Çocukların ailelerinden ekonomik olarak daha iyi olma ihtimali ilk defa daha az. Sonuç olarak, ebeveynler Amerikan çocukluğunu tekrar mükemmel yapmak istiyorlar ve bunun için her şeyi deneyecekler.

Aslında bakılırsa, sonuçlardan biri de çocukluk süresinin uzaması. Üniversite, yeni on ikinci sınıf olarak konuşuluyor ve bu durumla başa çıkılamadığı takdirde, eşitsizliğin bu denli arttığı bir dönemde, çocuğun ne kadar düşeceği kelimelerle ifade edilemez. Ya L.L Bean Katahdin 35° ya da eski püskü çarşaflar. Bu, çocukların ileride kim olacakları kadar şu anda kim oldukları konusunda da kuşkuları büyütüyor. Thomas, Mançuryalı G.&T. öğrencisi, iyi bir liseye giremeyebilir – ve kim bilir üniversiteye gelince neler olacak? Bu günlerde sorumlu ebeveyn, çocuğunu öğrenci-borcu-esareti bağımlılığına iten kişi. Kredi almış olan 2015 mezunu öğrenciler arasında ortalama borç 35.000$ (düşük gelirli çocuklar çok sık bir şekilde ceza-yargılaması sistemine aktarılarak otonom bir yetişkinlik döneminden mahrum bırakılıyorlar – şu anda da on bin genç yetişkin hapishanelerinde bulunuyor). Obamacare, ebeveynlerin, çocukları yirmi altı yaşına ulaşana dek onları kendi sağlık planları dâhilinde tutmalarına izin verdi; Mayıs ayında, bir çalışmaya göre, yüz yıldan fazla bir süredir ilk defa on sekiz-otuz dört yaş arasındakilerin sevgilileri yerine ebeveynleriyle yaşamayı tercih ettiği ortaya çıktı. Bu her iki taraf için de çok yorucu. Hal böyleyken, bütün bunlar içinde, sözde bebek muamelesi yapılmış çocukların nasıl zor çalıştığını unutmak çok kolay.

Sadece ön lisans, hatta lise diploması sahibi olmanın bile orta sınıf hayat standartı sağlayabildiği bir döneme olan nostalji, aslında bir kişinin Amerika’da tek yapması gerekenin büyümek olduğu bir döneme duyulan özlem. Artan eşitsizlik ise bu inancı kırdı. Bu kültürel değil yapısal bir problem ve bu, Amy Chua’nın yaptığı gibi okul oyunlarının zaman kaybı olduğuna karar vererek çözülmeyecek. Chua’nın –ve Raeburn and Zollman’ın da– kitaplarda açığa çıkardığı şey, iyi eğitimli ve iyi yerlerde olan ebeveynlerin bile endişesi, daimi gözetim olmadığı takdirde, çocuklarının ait oldukları sınıflardaki yerlerinin güvende olmayışı. Staj ağlarına ve kurumsal bağlantılara itimat ediyorlar – yeni meritokrasi sistemi olarak yandaş kapitalizm. Çocukluk bile hileli.

The Game Theorist’s Guide to Parenting kitabının ortalarına doğru yazarlardan biri, çocuğunun bir misafire karşı nazik olmaya çalıştığını görüp şaşırdığını aktarıyor. Çocuğa bunu öğrettiğini hatırlayamamış. Belki sonuç olarak, çocuk gerçekten de bunun nasıl üstesinden geleceğini bilmiyordu: oyuncaklarını göstermek üzere, yemeğini yemeye çalışan misafiri masadan çekti. Fark etmez. Nezaket, öğrendiğimiz kadarıyla memnuniyet veren bir bonus olarak görülse de gerçekten planın bir parçası değil. Belki de modern ebeveynlik rehberinin cömertliğe ve değerlere, çalışılması gereken açılardan daha az önem vermesi zorunluluğuna şaşırmamalıyız. “Şu anda ‘adil’ sözcüğünün kırmızı bayraklar çıkardığını ve tehlike çanları çaldırdığını bilecek kadar oyun teorisine hâkimsiniz,” demiştir Raeburn ve Zollman, kolektif kararlar vermek üzerine çoğunu yetersiz buldukları çeşitli modeller üzerinde çalışırken. Ancak bu mücadele sezonunda cazip görünen bir seçenek tavsiye ediyorlar: “Rastgele Diktatör Tasarısı” olarak adlandırılıyor.

Kaynak: The New Yorker

SEPET
0