Size Hayal-i Celâl’i, Türkçede yayınlanan ilk romanlardan birini, belki de ilkini sunuyoruz. 1838-1882 yılları arasında İstanbul’da yaşamış; ismi memur ve edip olarak duyulmuş Mehmet Celâl ya da Celâlettin Bey’in hicri 1290 yılında, yani miladi takvime göre 1873-1874 aralığında kitap olarak bastırdığı bir kurmaca anlatıdır Hayal-i Celâl. Buraya kadar söylenenlerin, ünlü gerçeküstücü ressam René Magritte’nin “Bu Bir Pipo Değildir” adıyla tanınan resminden ilham alan başlığımla çelişki içinde olduğunun da farkındayım. Ancak Hayal-i Celâl ilk roman mı, yoksa ilk romanlardan biri mi, hatta roman bile sayılmayabilir mi konularını aşağıda daha ayrıntılı tartışacağım için, henüz bu noktada bu konuya girmiyor, gizemi çözümsüz olarak ortada bırakıyorum. Ne var ki, şu anda söyleyeceklerim de, “ilk roman” sorunsalı kadar ilginç şeyler olacak. Bu ilginçliklerin en önemlisi yazarın kimliği ile ilgili: Mehmet Celâl, 19. yüzyıl Osmanlı-Türk edebiyatının çok ünlü bir edebiyatçısının, Recaizade Mahmut Ekrem’in ağabeyidir! Evet, aynı zamanda şair ve edebiyat kuramcısı olan Recaizade Mahmut Ekrem’in, günümüzde züppelik konusuna yönelik Osmanlı-Türk romanlarının en önemlisi olarak kabul ettiğimiz Araba Sevdası 1896’da tefrika edilmesinden 20 küsur yıl önce, bir başka Recaizade olan Mehmet Celâl ilk proto-züppe anlatısını yazıp yayınlamıştır.

Sırf edebiyat magazini olarak bile ilginç bu nokta neden bilinmez? Bunun en belirgin nedeni, Mehmet Celâl’in oldukça erken bir yaşta, henüz 44 yaşındayken ölmüş olması olsa gerek. Gerçi modern Türkçe edebiyatın babası denebilecek Namık Kemal de hemen hemen aynı yaşlarda ölmüştür ama Mehmet Celâl onun kadar siyasal, atak ve verimli olmamıştır. Bugün kendisiyle ilgili bilgiye, iki biyografik ansiklopedik kaynaktan ulaşıyoruz: Daha 1873’te, yani Mehmet Celâl de hayattayken gazeteci Mehmet Tevfik’in yayınladığı bir tezkire olan Kâfile-i Şu’ara’da yer alan “Celâl” maddesi ile 20. yüzyılda yayınlanan, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri’nin ilk cildinde yer alan “Celâl Bey” maddesi.1

İbnülemin’in eseri bize Mehmet Celâl ile ilgili çok daha ilginç bilgiler verir ama onun yapmadığını Mehmet Tevfik’in tezkiresi yapar ve Mehmet Celâl’in henüz yayınlanmamış, “biri vâdî-i âdîde ve diğeri tarz-ı hevâyîde” iki şiir divançesinin, birkaç düzyazı hikâyesinin ve başka çeşitli eserinin bulunduğunu söyler. Oysa İbnülemin, Mehmet Celâl’in yayımlanmamış şiirlerini doğrudan Recaizade Mahmut Ekrem’den alarak incelemiştir. Mehmet Celâl’in iyi Farsça bildiğini ve Farsça şiirler de yazdığını söyleyen İbnülemin, mizah ve hezliyat (hiciv, şaka, sövgü) içeren şiirlerinin çoğunlukta olduğunu, bu şiirlerin insanı utandıracak kadar müstehcen ama çok edebi olduğunu belirtir (s. 201). Aslında İbnülemin’in ne demek istediğini, Celâl’den aktardığı şu gazel gayet iyi aktarmaktadır:

Kimse yüzünü silmez idi havfi hayadan
Kassab dahi almaz idi sünger olaydım.
Âlemde mehabbet bedeli nefret olurdu
Aşkın eseri kalmaz idi dilber olaydım.
Emniyet eden olmaz idi makadını hiç
Bir kimse oturmaz idi bana minder olaydım.
(s. 203-204)

Aslında Mehmet Celâl’in daha edebi ve divan edebiyatı zevkine uygun daha güzel şiirleri de vardır ama İbnülemin’in Mehmet Celâl biyografisinde, Recaizade Mahmut Ekrem’in kardeşinin bu şiirlerini neden ortaya çıkarmadığına dair başka bir ayrıntı daha yer alır: Hezel alanındaki şiirlerini “Zevkî” mahlasıyla yazan Mehmet Celâl, yine bu tarz bir şiirinde şunu söyler: “Mahlasından da zerafetle îyandır bu ki sen / Zibi serdefteri hayli übenasın [Z]evkî” (s. 203). İkinci dizede geçen “übena”, yani “ibneler” anlamına gelen sözcük anahtar konumda: Mehmet Celâl kendisini bu camiadan, bu camianın önde gidenlerinden olarak anıyor. Nitekim yine İbnülemin’in okuduğu divanlardan birinin başında bulunan ve Latin alfabesine aktarılan “Dibace” (giriş) yazısında da Mehmet Celâl, gençliğinde “civanlar”ın, yani genç adamların toplandığı mesirelerde gezdiğini ve her gördüğü civana âşık olduğunu yazar.2 Her ne kadar, Hayal-i Celâl’de homoseksüellikle ilgili herhangi bir şey yoksa da, edebiyatta yeniliğin öncülerinden olan Recaizade Mahmut Ekrem’in, kardeşinden ve ona ait bu ilginç kurmaca anlatıdan hiç bahsetmemesi belki de bu cinsel yönelimden kaynaklanmaktadır. Nitekim Hayal-i Celâl’de, başka geleneksel Osmanlı düzyazı anlatılarında görülen homoerotizmden en ufak bir ibare yer almazsa da, anlatı seçimleri ve öykünün ilerleyişi açısından heteroseksüalizmi rezil eden bir metin olarak da düşünebiliriz. Buna aşağıda daha ayrıntılı değineceğim.

Bu noktada Hayal-i Celâl’in ilk roman olup olmadığı sorusuna dönelim. Mehmet Celâl, hicri 1290’da (1873-74) yayınlattığı kitabın bitimine, birbirini izleyen iki not düşer. Sonuncu not, kitabın nerelerden satın alınabileceğini duyurmaktadır. İlk not ise bir tür yazar sonsözü ya da daha ziyade şikayetlenmesidir. Çünkü kitapta imla yanlışları bulunmasından fazlasıyla rahatsız olmuştur. Bu nedenle notunu şöyle başlatır: “Ben tasvir ve tahrir edip de tab ve temsili ile enzar-ı umumiyeye arz eylediğim böyle bir ‘roman’a yani hikâye-i musavvereye ‘Hayal-i Celâl’ namını verdiğime doğrusu teessüf etmedim desem yalan olur. Hâlbuki bu teessüfüm kendi efkârımca şu ‘roman’ı fena tasvir etmiş olup da ihtimaldir ki ta’n ve tarize uğrayacağı korkusundan arız oldu zannolunmamalıdır. Çünkü emsali meydandadır.” Burada roman sözcüğünün geçmesi ve “hikâye-i musavvere”, yani “tasarlanmış, betimlemeye dayalı, bilinçli ve bir kişinin zihninden çıkma plana dayalı” bir öykü ya da anlatı olarak açıklama getirilmesi önemlidir. Çünkü Şemsettin Sami 1872 ve 1873 yıllarında Hadika gazetesinde tefrika edilip 1875’te kitaplaştırılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ından roman olarak söz etmese de bu eser Türkçe’de ilk roman olarak kabul edilir. Dolayısıyla Hayal-i Celâl yazarının doğrudan doğruya roman olarak adlandırdığı ilk Türkçe kurmaca metindir diyebiliriz. Kaldı ki, eldeki verilere göre tefrika edilmeden, doğrudan kitap olarak basılan ilk roman da Hayal-i Celâl olmaktadır.

Bununla birlikte, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat olay örgüsüyle, betimlemeleriyle, hatta bugün bize gülünç ve yetersiz gelse bile kişileştirmeleriyle Batılı roman biçimine Hayal-i Celâl’den daha yakındır. Hayal-i Celâl bir olay örgüsünü, daha karmaşık bir kişileştirme ve entrikayı tahayyül etmişse bile, bunu başarıyla gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. Batılı romandan çok, ortaoyunu ve Karagöz ya da Tıflî hikâyeleri gibi geleneksel kurmaca anlatılarda görülen diyaloğa yakın bir görünüm sergiler. Ancak onları aştığı da ortadadır. Geleneksel ile modern arasında bir yerdedir Hayal.

Öyleyse ilk roman olma yarışından kopmuş, bu konudaki şansını kaybetmiş mi olacaktır Hayal? Aslında bu abes, saçma ve bu türden metinleri incelemek için de yanlış bir sorudur! O dönemde roman ya da daha geleneksel olsun, kurmaca anlatıları üretenler “ilk roman”ı yazma yarışı içinde değildirler. “Falanca dilde ilk romanı kim yazdı? İlk roman hangisidir” soruları 20. yüzyıla ait sorulardır. Roman, edebi modernizmin ardından en prestijli edebiyat biçimi, edebiyat üretim yolu haline gelince, araştırmacı ve eleştirmenler her dilde ilk romanı tespit etmek için bir yarışa girişmişlerdir. Oysa örneğin Osmanlı’da, baskın edebi alan, edebiyatın da Avrupa’ya yönelmesine rağmen, hâlâ şiirdi. O yüzden roman, en azından 1870’lerde özellikle arzulanan bir biçim değildi.

Zaten bir ilk roman arama yarışına girdiğimizde, çok kafa karıştırıcı sorunlarla da karşılaşırız. Örneğin “Türkçede ilk roman”dan söz edeceksek ve roman Batı’dan Osmanlılara ithal edilen bir biçimse, neden ilk çeviri roman Türkçede ilk roman olarak kabul edilmesin? Bu bağlamda, 1862’de Ruzname-i Ceride-i Havadis’te özetlenerek ve tefrika formunda, “Mağdûrîn Hikâyesi” başlığıyla yayınlanan Victor Hugo’nun ünlü romanı Les Misérables [Sefiller] çevirisi pekala ilk Türkçe roman olarak kabul edilebilir. Eğer bu sayılmazsa, 1871’de basılan Misailidis Efendi’ye ait Karamanlıca (Yunan harfli Türkçe) Temaşa-i Dünya ilk Türkçe roman olarak kabul edilebilir. Hatta bu olabiliyorsa, o zaman hepsinden daha eski bir metin de ilk Türkçe roman olarak kabul edilebilir: Vartan Paşa’nın 1851’de Ermeni harfli Türkçe basılan Akabi Hikâyesi.

Bu noktada biraz daha ileri gidilebilir: Bu metinlere bakıp “ilk roman” saptamaya çalışmak ya da bu tür bir köken arayışına girmek bir yana, bunun sakıncalarından kaçınmak adına bu metinlere daha belirsiz bir biçimde “ilk romanlar” demek bile sorunlu olacaktır. Çünkü bu adlandırma da bizi bu metinlerin gizil değerinden mahrum etmeye yatkın olacaktır. Bu metinleri dikkatle ve yakından okumaya başladığımızda, yani ne yapmaya çalıştıklarını yorumlamaya uğraştığımızda, modern ve Batı kökenli romanla geleneksel anlatılar arasında duruşlarının, bir o yöne bir bu yöne yalpa vuruşlarının bizi anlatı ve edebiyat açısından olduğu kadar, toplumsal, siyasal ve tarihsel açılardan da bir dönüşüm süreci ile karşı karşıya getirdiğini görebiliriz. Tam da bu noktada sorabiliriz: Hayal-i Celâl söz konusu olduğunda, ne türden bir dönüşüm süreciyle karşı karşıyayız?

Bu soru, yüzünü Batıya çeviren Müslüman Osmanlı okumuş yazmışlarının daha Batı (bunu Fransa diye de okuyabiliriz), Avrupa, modern merkezli bir edebiyatı ortaya çıkarmaya başlamalarını şimdiye kadarki modernist ve/veya teleolojik modernleşmeci tarih anlatısından farklı bir yaklaşımla konuşup yazamadığımız sürece tam olarak cevaplanamayacak. Bu cevaba doğru yol almak için şimdiye kadar dikkat çekmemiş pek çok metni okumamız ve kurulmamış bağlantıları kurmaya çalışmamız gerekiyor. Bunları yapmadığımızda, var olan tarihyazımı paradigması açısından sorunun cevabı basittir: Hayal-i Celâl, o dönemde yazılan pek çok kurmaca metin gibi, Batılı romanlara benzemeye çalışan ama geleneksel örneklerin ötesine de pek gidemeyen acemice bir denemedir. Ancak bu metnin, kendisiyle aynı zamanlarda üretilmiş diğer kurmaca metinler gibi tarihsel, toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümle birebir değil dolaylı, ama çok yakından alakalı, hem bu dönüşümden etkilenen hem de bu dönüşümü etkileyen bir çözüm arayışı olduğunu düşünürsek, daha doyurucu ve ötesi için heveslendirici sonuçlara ulaşabiliriz. Bunun için de, metne daha yakından bakmaya ve daha önce görülmeyenleri görmeye çalışmalıyız.

Bu bir sunuş yazısı olduğu için, okurun okuma keyfini bozacak özetler vermekten kaçınmak gerekli. O nedenle, Hayal-i Celâl’in Batılı roman ile geleneksel kurmaca (ve performatif) anlatılar arasında salınarak kendi yerini bulmaya uğraşmasını anlatı özellikleri üzerinden konuşmak ve bununla okura yardımcı olmayı denemek daha sağlıklı olur. Hayal öncelikle hem Türkçedeki hem de diğer dillerdeki ilk romanlarda görülen bir anlatı sesine sahip: Üçüncü tekil kişi, tanrısal, anlatıya kısmen müdahil olarak “ben”, “biz” diyebilen, ama öyküde bir karakter olarak yer almayan (heterodiyejetik) bir anlatıcı mevcut metinde. Ancak bu anlatıcı bazı teknik yetersizlikler sergileyerek Şemsettin Sami’nin Taaşşuk’undaki, Namık Kemal’in İntibah’ındaki ve pek çok Ahmet Mithat romanındaki anlatıcılardan çok, 1851’de Ali Âlî’nin yazıya geçirerek yayınladığı geleneksel bir Tıflî anlatısı olan Hançerli Hikâye-i Garibesi’nin anlatıcısına yakın düşüyor. Sayılan romancıların müdahil anlatıcıları bir tür süper nedensellik yaratmak ve olay örgüsünün ilerleyişini sıkı bir kontrol altında tutmak adına çok çaba harcar, roman kişilerinin oluşumunu belirlemeye çalışır ve okuru etki altında tutmak için özellikle Ahmet Mithat romanlarında ayyuka çıkan bir anlatıcı-muhatap ilişkisi kurarlar. Hayal’de bir muhatap yoktur halbuki; anlatıcı olay örgüsünü kurmak ve ilerletmek için çok çaba harcamaz, kişileştirmeler ve betimlemeler derinlikli değildir.

Aslında Mehmet Celâl’in romanesk bir olay örgüsü yaratmayı denemediğini söylemek de haksızlık olur. Anlatının önemli ve öykünün ilerleyişi açısından belirleyici karakterlerinden biri olan Muttali Efendi, özellikle pek ince düşünüşlü, pek hesap kitap bilir biri gibi gösterilmeye çalışılır. Nitekim başkahraman olan Şeyda’yı dostlarına rezil eden entrikayı da o kurar ama bu entrikanın ardından Şeyda’ya yardım etmek üzere harekete geçtiğinde, okurda bunun ardından daha ağır bir intikam geleceği beklentisi oluşturulur. Ancak bu beklenti bir türlü karşılanamaz. Sonuçta Şeyda rezil olacaktır ama bu rezillikte Muttali Efendi’nin adap erkan bilir eril otoritesi değil, Şeyda’nın şehvet düşkünlüğü ile Zekâvet Hanım’ın hilekârlığı etkili olur. Muttali Efendi entrikayı yönetebilir olsa, anlatı bir düzene ulaşacak ve iyi tasarlanmış bir plana oturacaktır. Bu olamaz ve Hayal bildiğimiz anlamda bir “Tanzimat romanı” haline gelemez.

Hayal’i romandan uzaklaştıran ve tiyatroya yaklaştıran önemli bir özelliği daha vardır: Metinde hem çok fazla diyalog vardır hem de bazı sahneler ortaoyununa özgü komiğe yaklaşırlar. Örneğin metnin sonlarında ortaya çıkan Hamamcı Kadın, başkahraman Şeyda’yla konuşurken “Maşallah beyim, tu tu nazar değmesin” deyip “beyefendinin yüzüne birkaç ağız balgam yapıştır”ır. Yine roman öncesi anlatılara ve performanslara ait bir özellik olarak karnavalesk öğelerle de karşılaşırız. Örneğin Şeyda “kalbini yakan aşktan ve sevinçten derhal birkaç takla atarak güya sonsuz teşekkürler e”diverir. Fakat Hayal’i roman öncesi anlatılara bağlayan bu karnavalesk, aynı zamanda ondaki romanesk özelliği de ortaya çıkartır. Burada şöyle bir örnekten söz edebiliriz. Bir türlü karşı cinsle ilişki kuramayan Şeyda, sadece sokakta yürürken gördüğü ve başka hiçbir şekilde tanışmadığı komşusu dul Zekâvet Hanım’a evlilik teklifi mektubu yollar Arap cariyesiyle. Zekâvet Hanım ise, bu duruma çok bozulup cariyeyi yaka paça sokağa attırır ve gördüğü muameleye ağlayan cariye olan biteni Şeyda’ya anlatınca, Şeyda kinle dolar. Bu komik durum, yer yer ona uygun olmayan ağır ve ağdalı bir dille aktarılır: “Arap hazretleri ol veçhile dışarı atılır atılmaz doğru eve giderek görmüş olduğu işbu muamele-i şedide ve barideyi çar-çeşmle muntazır-ı iltifat-ı yar olan Şeyda-yı bi-karara nakleylediği gibi Şeyda iğne yutmuş köpeğe dönerek badezin derununda ızmar-ı gayz ü kin ile zavallı hanımcağızın aleyhinde diş bilemeye başlamış olup…”

Bu karnavalesk komik, gerek anlatıcının aktardığı bölümlerde gerek karakterler arasındaki diyaloglarda bolca görülür. Hayal hınzır bir metindir. Karakterler bol bol, uzun uzun konuşurlar ve biz onların konuşmalarını izlerken tiyatro izleyicileri gibi hissedebiliriz kendimizi. Ayrıca karakterlerin kişiliklerine yönelik fazla bir derinleşme de gerçekleşmez bu diyaloglarda. Ancak Hayal’in diyalogları, onları üretenlerin söylemlerini, sosyolektlerini çok başarılı temsil eder. Şeyda gibi kalem efendisi ve katip olan arkadaşları konuşurken, dâhil oldukları sınıfa özgü söylem alanında başarıyla gezdiklerini görürüz. Daha aşağı sınıftan birileri ya da kadın karakterler konuşurken de onların dünyalarına giriveririz. Hem de bu diyaloglar Karagöz ya da ortaoyununda olduğu gibi, belirli toplumsal tiplerin en göze çarpan yanlarını öne çıkarmakla yetinmezler. Daha öteye gidildiğini, roman kuramcısı Mikhail Bakhtin’in romanın ortaya çıkışında vurguladığı “farklı zihinlerin bir araya ve karşı karşıya gelmesi” anlamına bir diyalojizmin işaretlerini görürüz burada. İşte bu diyalojizm ve hınzır, neredeyse nihilist alaycılık üzerinden Hayal’in romanesk öğeler içerdiğini söyleyebiliriz.

Söz konusu karnavaleskin, hınzırlığın ya da nihilizmin en önemli unsuru, Hayal’deki anlatıcının Tanzimat romancılarında görülen kontrolcülükten uzak durmasıdır. Gayet bozguncu ve olan biteni düzene sokmaktan, düzlemekten kaçınan, çapağıyla anlatan, matrak geçip eğlenen bir anlatıcımız vardır. İşte bu anlatıcı bir türlü evlenemeyen, parası pulu ve ona destek olacak akrabası, babası olmayan, pek tipsiz Şeyda’nın eş arama öyküsünü anlatır bize. Şeyda hali ve tavrıyla, gecikmeden ortaya çıkacak züppe tiplerinin öncüsü gibidir. Ne parası ne de Fransız kültürüne kapılmışlığı vardır ama onun kapılması, karşı cinse yönelik şehvet biçimindedir. İşte bu şehvetin ittirmesiyle, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ilk romanındaki “Şık” gibi her tarafı sarkan bir züppe tipiyle karşılaşmış oluruz. Ancak Hüseyin Rahmi’nin züppesini, romanı yayınlayan Ahmet Mithat’ın zoruyla, romanın sonunda hapse tıkılmış görürüz. Böylece hem züppe topluma zarar veremeyecek hem de terbiye edilip kendine zarar vermekten de kurtulacaktır. Oysa Hayal’in Şeyda’sını zapturapta alabilen olmayacaktır ve romanın yine karnavalesk sonunda toplum açısından bir skandalın içine yuvarlanılacaktır.

Hayal’deki kontrolsüzlüğe yol açan iki unsur vardır: Birincisi Şeyda’nın heteroseksüel ve bir türlü yatıştırılamayan şehveti, ikincisi kadın hilesi. İkinci unsur, Hayal’i, yine geleneksel bir Osmanlı anlatı türü ya da izleği olan “mekr-i zenan”ın, sözcük anlamıyla “kadın hilesi” anlatılarının alanına sokar. Pek çok ortaoyunu, Karagöz, meddah ve Tıfli anlatısı kadınların ürettiği hileler üzerine kuruludur. Geleneksel anlatı kadını mekkâre, hileci ve tehlikeli olarak resmeder. Bu, toplumsal açıdan işlevsel bir temsildir –kadınla erkeğin mahremiyet açısından mutlak biçimde ayrıştığı bir toplum söz konusudur. Hayal bu ayrılmışlığı çok başarılı aktarır. Aralarında akrabalık ya da nikâh ilişkisi olmayan bir kadınla erkek bir araya gelemezler. Konuşacaklarsa arada bir kapı, bir duvar olacaktır. Zinanın bir had, sınır aşımı suçu olarak tanımlandığı bir İslam toplumunda, kadınlarla erkeklerin ayrı tutulmasını sağlamak için, kadınların hileci ve tehlikeli yaratıklar olarak aktarılması işlevseldir.
Hayal bu açıdan geleneksel anlatıya bağlanır ama Şeyda’nın çözümsüz cinsel ihtiyaç hali de bu sistemin krizine dikkatimizi çeker. Sistem kadınla erkeğin bir araya gelişini kurallara bağladığı ve Şeyda bu kuralları yerine getiremediği için, bir saatli bombaya dönüşür. Bu saatli bombadan haklı olarak kaçınmaya çalışan Zekâvet Hanım, hile yoluna başvurur. Sonuçta Hayal’in dalgasını geçtiği krizin nedeni yine sistemin kendisidir. Hayal buna dikkatimizi çekerek yine gayet roman biçimine özgü bir işlevi, bir toplum eleştirisini yerine getirmiş olacaktır.

Hayal-i Celâl, okuma zevkini olumsuz etkilememek için anmaktan kaçınmam gereken inceliklere sahip. Kaldı ki, farklı okurlar benim okumamdan farklı ya da bunun ötesine geçen yorumlara da ulaşacaklardır. Edebiyat tarihi, Türkçe edebiyat çalışmaları, karşılaştırmalı roman ve kurmaca anlatı çalışmaları, 19. yüzyıl kültür tarihi gibi ilk anda akla gelen alanlar bir yana, yukarıda söz ettiklerim üzerinden Hayal’in özellikle toplumsal cinsiyet çalışmaları ve söylem ve/veya sosyolekt araştırmacı ve tarihçileri açısından heyecan verici bir yeni malzeme olduğunu iddia ediyorum. Sonuncu noktaya değindim, bir kere daha vurgulayayım: Özellikle eğitimli ve devlet katında görevli devlet görevlilerinin, kadınların ve halktan insanların 19. yüzyılda, 1870’lerde tam olarak nasıl konuştuklarına, neyi nasıl ifade ettiklerine dair paha biçilmez bir malzeme var burada. Bu bir yana, cinsiyetin toplumsal kuruluşu ve ayrımın yeniden üretilişi açısından da çarpıcı şeylerle karşı karşıyayız. En basitinden ve bildiğimiz başka edebi örneklerle de uyum içerisinde bir örnek: Akile Hanım ile Zekâvet Hanım arasındaki dostluğa değinen anlatıcı şöyle deyiverir: “Fakat bu iki dostlardan hiçbirinin boyunbağı bağlamak adetleri yoktu.” Bu cümleden, bu iki kadının lezbiyen olmadıklarını öğreniveririz. O zaman bu dul kadınlar neden evlenmeye, ne kadar çirkin olursa olsun kendilerinden yaşça genç bir erkekle nikâhlanmaya sıcak bakmazlar? Çünkü öykünün değişik yerlerinde verilen işaretlerden anlarız ki, özellikle yaşını başını almış ve iyi kötü geçimini sağlayabilecek bir kadın için bir erkeğin nikâhı altına girmek zor kazanılmış bir özgürlük ya da daha hafifinden rahatlığın kaybı demektir. Bu ve buna benzer konular geç Osmanlı toplumunda toplumsal cinsiyetin işleyişini daha bilinçli bir biçimde düşünmemize yardım eder.

Hayal-i Celâl, Engin Kılıç’ın özenli transliterasyon (Arap alfabesinden Latin alfabesine aktarım) ve diliçi çeviriden (metnin günümüz diliyle yeniden ifade edilmesi, sadeleştirme) oluşan paralel metin yayınıyla sizlere sunuluyor. Özgün metnin tıpkıbasımına internetten erişmek mümkün:

hayalicelal-pt1.pdf
hayalicelal-pt2.pdf

Bu metnin hem uzmanlaşmış edebiyat araştırmacıları hem de uzman olmayan genel okur açısından ulaşılabilir olmasını istedik. Çünkü geleneksel Osmanlı’dan modern Osmanlı’ya geçiş aşamasında yer alan, bu geçişi temsil eden, bu geçişten aynı anda hem etkilenen hem de onu etkileyen bir metinle karşı karşıyayız. Bu vesileyle hasbelkader anlam dünyamızın dışına düşmüş bir metin bizler için yeniden ulaşılabilir olsun istiyoruz. Hem keyifli ve ilginç bir metni okuyabilelim hem de bu metin üzerinden o dönemi yeniden değerlendirebilelim.

Hayal-i Celâl’i okurken, metni hazırlayan, sizlere sunan ve yayınlayanlar kadar zevk almanız ve kendinizi zenginleşmiş hissetmeniz dileğiyle.


1 Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, yay. haz. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır ve Hanife Koncu (İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2012), s. 156-157; İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, cilt I, 3. bs. (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1988), s. 200-204.

2 “… külli yevmin mecmaı civanan ve … olan mesirelerde puyan ve bermukteza-yı istidadi dil ü can her gördüğüm civanın âteş-i aşkile suzan ve keceleri bekârlık mülabesesi pirimügan denilen zat-ı şerifin devlethanesinde mihman olurdum.” (s. 202)

SEPET
0