Ustalarının hanımının kedilerini mahkemede yargılayıp mahkûm eden ve ceza olarak kedileri asan matbaa işçileri; yaşadığı şehrin sosyal tabakalarının tamamını, bir geçit töreninin parçası olarak temsil etmeye çalışan bir yazar; ülkesinin eli kalem tutan tüm şahıslarının, yazı stili tercihlerinden aile şecerelerine kadar profillerini çıkartan bir polis müfettişi; Jean Jacques Rousseau’yu takıntı haline getiren bir taşra burjuvası okur; diş ağrısı korkusu hayatının her anına sinmiş köylüler ve gübrelerden şekil yapma saplantılı başka köylüler…
Bunlar üzerine düşünmek, araştırmak, yazmak, ne işe yarar? “Tarihçilik ne işe yarar?” diye sormuştu Boğaziçi Tarih Bölümü hocası Edhem Eldem, tarih okumaya yeni başlamış bir sınıf dolusu üniversite öğrencisine. Genç dimağlar binbir fayda saymışlardı: “Geçmişten ders almak, geleceği kurmak, bugün yapılanları meşrulaştırmak/eleştirmek”, vb. Eldem her cevaptan sonra “Başka?” diye sormuş, hiçbir cevaptan yeterince tatmin olmamıştı. Bir sınıf dolusu tarihçi adayı sayacak başka fayda bulamayınca, sözü kendisi almış, yaklaşık olarak şunları söylemişti: “Tamam, bunların hepsine yaradığını kabul edelim. Ama bence tarihçiliğin asıl ilgi çekici tarafı, çoğu zaman merakınızı gidermekten ve daha da merak ettirmekten başka hiçbir işe yaramamasıdır.”
Edhem Eldem’in, öğrencilerden gelen onca cevaptan sonra söylediği, tarihçiliğin akademik bir disiplin olarak kurumsallaştığı 19. ve 20. yüzyıllarda izlediği seyrin 21. yüzyıl başında vardığı noktayı da özetliyordu bir bakıma. Önceleri milletin kendini tarihsel bir özne olarak ‘tahayyül etmesinin’ en önemli aracı olarak kurumsallaşan tarihçilik, yirminci yüzyıl boyunca diğer ideolojilerin ve elbette solun da şimdiki zamanı anlamak ve eleştirmek için araçsallaştırdığı bir uğraşıya dönüştü. Fakat bu büyük anlatılar yirminci yüzyılın sonuna doğru gittikçe daha çok sorgulanır olunca, tarihçiliğin dümeni de büyük anlatılardan, çoğul ve küçük hikâyelere, geçmişin fragmanlarına doğru kırıldı. Yine de bu araçsallığın önünün alınması anlamına gelmiyordu. Tarihçiler bu sefer de modernist ideolojilerin tektipçiliğini, indirgemeciliğini eleştirmek için geçmişe sarılmış, çoklu kimliklerin, geçişken sosyal dünyaların hikâyelerini anlatır olmuşlardı. Belki de bunların hiçbirinde çok da büyük bir sorun yoktu, geçmişi araçsallaştırmaktan kaçmak o kadar da mümkün değildi. Ancak Eldem’in uyarısı bize, tüm bu farklı araçsallıkları birbirine bağlaması gereken olgunun daimi bir merak olması gerektiğini, bu merak olmadan yapılacak şeyin gerçek tarihsellikten tamamen arınmış ideolojik bir araçtan fazlası olamayacağını anlatıyordu.
Öteki Tefrikalar
Robert Darnton, tarihçi için merak etmenin ve merakının peşine çok titiz bir tarihçi, çok yabancı bir antropolog ve çok iyi bir hikâye anlatıcısı olarak düşmenin önemini belki de en iyi anlayan tarihçilerden biri. Büyük Kedi Katliamı: Aydınlanma Fransa’sında Düşünceler, İnanışlar kitabında ünlü kültür tarihçisi Darnton’ın bir araya getirdiği karakterler, bize çok yabancı, ama dönemleri için çoğunlukla sıradan hikâyelerin kahramanları. Onları, örneğin Borges’in bir öykü kitabında bulmak şaşırtıcı olmazdı. Ancak Darnton, orijinal adıyla The Great Cat Massacre: And Other Episodes in French Cultural History’i 1984’te ilk olarak yayımladığında, ciddi bir tarihçinin kendini neden bu hikâyeleri anlamaya adadığını sorgulayanlar oldukça fazlaydı. Kitabın İngilizce başlığında, genel tarihyazımı içinde nerede durduğunu da fısıldıyordu adeta okuyucusuna: Evet, kitap “Büyük Kedi Katliamı” ve başka makalelerden oluşuyordu. Ancak “Büyük Kedi Katliamı” da bizatihi “ve başka tefrikalar”dan biriydi. Darnton’ın hikâyelerinde Aydınlanma’nın büyük düşünürlerinin de yeri vardı, ama genelde marjinalleştirilmiş, Dipesh Chakrabarty’nin deyimiyle “taşralaştırılmış” biçimde. Annales Ekolü’nün üçüncü neslinden aldığı ilhamla, bir “zihniyetler tarihi”nin peşine düşmüştü, bunun da yolunun, sayıları üst üste koymaktan değil, sosyalliğin inşasında sembolün rolünü görünür kılmaktan, modern okura sıradışı gelen geçmişin sıradanlıklarını masaya yatırmaktan geçtiğini iddia ediyordu.
“Bir atasözünü, bir espriyi, ritüel ya da şiiri kavrayamadığımız zaman, bir şeylere yaklaştığımızı biliriz. Belgeyi en karanlık noktasından yakalayarak, yabancı bir anlam sistemini çözmeyi başarabiliriz. İzlenen yol tuhaf ve harika bir dünya görüşüne kadar bile uzanabilir.” (s. 16)
“Bir grup kocaman adamın keçiler gibi meleyip iş aletleriyle tempo tutarken, bir ergenin savunmasız bir hayvanın katledilme ritüelinin canlandırılmasında o kadar komik olan nedir? Bizim buradaki espriyi anlamayı başaramamamız, endüstri çağı öncesi Avrupa’daki işçilerle aramızdaki mesafenin büyüklüğünün bir göstergesidir. Bu uzaklığın algılanması bir araştırmanın başlangıç noktasını oluşturabilir; çünkü antropologların bulgularına göre, yabancı bir kültürü anlamanın en iyi giriş noktası en bulanık, en anlaşılmaz göründükleri yerlerdir…. Büyük kedi katliamının arkasındaki espriyi anlarsak, Eski Rejim’deki zanaat kültürünün temel bir unsurunu anlamamız da mümkün olabilir.” (s. 90)
Robert Darnton’ın bu konuda ilham aldığı antropolog, kitabının teşekkür ve giriş bölümlerinde uzun uzun andığı Clifford Geertz’di. Antropoloji disiplinini derinden etkileyen Geertz, alana getirdiği “thick description” kavramıyla, kültürel sembollerin çok yönlü biçimde yorumlanmasını, illa bir yapıya bağlanmasındansa, tüm karmaşıklığıyla anlamlandırılması gerektiğinin altını çizmişti. Robert Darnton, Geertz’den ya da antropolojik çalışmalardan etkilenen tek tarihçi değildi. 1970’lerin sonunda tarihçiliğin geçirdiği “kültürel dönüş”ün parçası olarak, birçok tarihçi sıradan ama bir yandan da modern gözlerimizle anlaşılması güç olanları “okuma”yı kendine iş edinmiş, Carlo Ginzburg ve Natalie Zemon Davis gibi tarihçiler, büyük düşünürlerin izini süren düşünce tarihinin dümenini kültüre kırarak, küçük şeylere, Darnton’ın başlıkta söylediği gibi, “öteki tefrikalara” odaklanmışlardı.
Kitap Tarihi
Darnton’ın öteki tefrikalara olan ilgisi, Büyük Kedi Katliamı’yla başlamamıştı aslında. 1971’de yayınladığı “In search of the Enlightenment” makalesinden itibaren, Aydınlanma’nın sosyal ve kültürel bir tarihini yazmaya çalışmış, düşüncelerin nasıl ortaya çıktığından çok, nasıl yayıldıklarına, bu yayılmanın fiziksel ve maddi koşullarına dikkat çekmişti. Elbette burada da en büyük malzemesi kitaplardı. Kitapları, tekil bir zihnin yaratıcı düşünce ürününün ötesinde, kültürel bir ürün olarak almış, yazarlarla hamilerini, matbaa sahipleriyle kitapçıları, okurlarla sansürcüleri aynı kültürel evrenin parçası ve yaratıcıları olarak bir araya getirmişti. Büyük Kedi Katliamı Darnton’ın bu “asıl” ilgisinden de tefrikalar taşıyor. Örneğin “Bir Polis Müfettişi Dosyalarını Düzenliyor: Edebiyat Cumhuriyetinin Anatomisi” makalesi, tarihyazımında ancak 2000’lerde kendine popüler bir yer açmış network/ağ çalışmalarının çok erken bir örneği sayılabilecek biçimde, 18. Yüzyıl Fransa’sının edebiyat cumhuriyetinin “haritasını”, bir müfettişin raporları üzerinden çıkartıyor.
Darnton’ın klasik düşünce tarihine en fazla yaklaştığı makale, “Filozoflar Bilgi Ağacını Buduyor” dahi, okumanın “bir iletişim sistemi içinde aktif bir şekilde anlamın kurulması” olduğunun bilincinde biçimde, filozofların birbirlerini nasıl okuduğu üzerinden bilinebilir bilginin sınırlarını nasıl çizdiklerini gösteriyor. Kitabın son makalesi olan “Okurların Rousseau’ya Tepkisi” ise, Jean Jacques Rousseau’nun okurlarıyla beraber bir yazar kültünü nasıl yarattığını, bu kült(ür)ün okurların okuma pratiklerini nasıl değiştirdiğini anlatıyor.
Bütün bunları yaparken, Darnton’ın en etkileyici yaptığı şeylerden biri de, tarihçinin malzemesiyle arasındaki mesafeyi asla açmaması, malzemenin kendisini, yani arşivleri, belgeleri, kitapları, tüm maddi dünyalarıyla beraber, okurun gözünün önünde tutması. Tarihçiyi merak ettiren, daha fazlasını sordurtan geçmişin tozu, Darnton’ın yazdıklarında hep ortada. Kitaptaki her makalenin sonunda, bu arşiv notlarının bir kısmını ek olarak koyması da bunun bir başka göstergesi. Darnton tarihçilikten kaçmayan, kedilerin, matbaa işçilerinin, filozofların, okurlarının, kitap satıcılarının yanlarına tarihçiyi de koyan, kitapta ortaya çıkan anlam dünyasını hep beraber yarattıklarının farkında olan bir tarihçi.
Kişisel Tefrikalar
Kişisel bir notla bitirmeme izin verin. Bundan altı sene önce, “Tarih ne işe yarar?” sorusunu duyarak başladığım tarih bölümünü bitirmiş, yüksek lisans öncesi sahip olduğum 8-9 aylık bir süreyi kitap çevirmeye ayırmak istemiştim. Boyumdan büyük de bir işe kalkışmış, Türkiye yayınevlerini The Great Cat Massacre’ı Türkçe’ye çevirmeye ikna etmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştım – iyi ki de olamamışım! Lisans eğitimini henüz bitirmiş 24 yaşındaki birinin, koca koca yayınevlerini ikna edememiş olmasında şaşıracak bir şey de yoktu muhakkak. Ancak aldığım tepkilerin genel minvali Türkiye’de tarihyazımı tartışmalarına (ya da eksikliğine) dair de bir şeyler söylüyordu sanki: “18. yüzyıl Fransa’sında bir grup kedinin öldürülmesi… Türkiyeli okurun ne işine yarar?”
Yıllar sonra, Merkez Han’da yan yana ofislerde çalıştığımız bir yayınevinin, 20. yüzyıl tarihyazımının bu en önemli kitaplarından birinin Türkiyeli okurun da bir işine yarayacağına karar vermiş olması, zaten merak edilenle uğraşmanın insanlık haline dair en önemli yarar olacağını göstermesi, kendi başına mutluluk sebebi. Bunu özenli bir çeviriyle, çok akıcı bir Türkçeyle yaptıkları için de müteşekkir olmalıyız. Dileyelim kitap iyi satsın da, ufak tefek bir iki yanlış ikinci baskıda düzelsin, belki bir de Türkiye baskısına da önsöz gelsin, Darnton’ın 30 sene önce yazdıklarının bugünkü tartışmalara neler söylediği, onun ilham aldığı antropolojinin bu süre zarfında nasıl değiştiği, vb. daha iyi bir bağlama otursun.
RCAC Blog
30 Mart 2016