İngiliz arkeolog Leonard Wooley, Güney Irak’taki Ur kentinde sabırla kazı ya­parken, şans eseri nefes kesecek kadar güzel oyma ahşap bir panel ortaya çıktı. Kuru kumun altında yaklaşık beş bin yıl kalmıştı ve –Wooley’nin dediği gibi– bir kelebeğin kanatlarındaki tüyler kadar narindi. Panele bakarken çok nadir bir şey oldu: Irak çölünün ortasında yağmur yağmaya başladı. Wooley gelecek nesillerin görebilmesi için fotoğraflarını çekemeden, bu oymalar hiçbir özelliği olmayan bir çamur haline geliverdi. Dört bin yıl boyunca hayatta kalmışlar, ama şimdi gözle­rinin önünde yok olmuşlardı.Ben de bu kitabı benzer duygularla, Wooley’nin oyma paneli gibi, eski dünyadan hayatta kalanları görüyormuşum da onları keşfetmeye çalışırken yok oluyorlarmış gibi bir hisle yazdım. Örneğin Mandayyalar yakın zamana kadar Güney Irak’ta yaşıyor, Babil’in Arami dilini ve antik kentte yıldız ve gezegenlerin doğaüstü güç­lerine duyulan inancı muhafaza ediyordu. 1940’lara kadar Mandayya sihirbazlar hokkabazlıklarında eski Babil’in tanrı ve tanrıçalarını çağırırlardı. Suriye’deki Aleviler, İslamiyetin yayılmasından önce bölgede popüler olan, Tanrı’nın insan şekli aldığına dair bir öğretiye inanıyor. Yezidiler günde üç kere Güneş’e bakarak dua ediyor, bölgede eskiden Güneş’e tapanların geleneklerini devam ettiriyorlar. Asurlu olarak bilinen Suriye ve Iraklı bazı Hıristiyanlar, kendilerini eski Asur me­deniyetinin vârisleri olarak görüyor ve bu miraslarıyla inanılmaz gurur duyuyor. Sanki Afrodit’e, uzaktaki bir Yunan adasında hâlâ tapılıyor ya da Kelt rahipleri (Druidler) hâlâ Galler’deki kutsal Anglesey Adası’nda yaşıyor.

Yirmi yıldan fazla bir süre önce ilk gittiğimde Ortadoğu’ya âşık oldum; ama burayı sevmek zor olabilir. Bölgeden gelen haberler genellikle acıdır; politikalarına dair tahminlerin karamsar olmasıyla meşhurdur; en güzel yanları –dil, tarih ve Tanrı aşkı– nefret ve önyargıyla lekelenmiştir. Ortadoğu dinleri ve halklarının mozaiği, bölgenin büyük ve ihtişamlı tarihinin anıtı parçalanıyor. Bizim neslimiz, hâlâ anayurtlarındayken Ortadoğu’nun farklı inançlarıyla tanışan son nesiller olabilir.

1987’de Hıristiyanların sayısı 1,4 milyon, yani ülke nüfusunun yüzde 8’iydi. Şu anda bu rakam yüzde 1’e düştü. Yaptırımlar ülkelerini yoksullaştırdı ve 1980’lerle 1990’larda pek çok kişiyi kaçmak zorunda bıraktı. Sonra, 2004’ten itibaren altmış­tan fazla Hıristiyan kilisesi bombalandı. Hıristiyanlar bazen dini düşmanlıktan, bazen de sahipleri gittiğinde çetelerin eline geçen evlerinin hırsı nedeniyle saldırıya uğradı. Metropol Detroit’in Hıristiyan Iraklı nüfusunun en az 100 bin artmasına şaşmamalı.

Suriye’deki iç savaş farklı dini mezhepler arasında gerçekleşen sıradan bir savaş değil –iki tarafta da tüm dinlerden insanlar var– ve Ortadoğu’nun en çok çeşitliliğe sahip ülkelerinden biri olan bu ülkeyi çok tehlikeli bir yer haline getirdi. Savaşta, ülkenin Alevi başkanı Beşar el-Esad’a çoğunlukla sadık olan on binlerce Suriyeli Alevi hayatını kaybetti; komşularının hem ilgisini hem de düşmanlığını kazandılar. Bölgedeki en yeni ve en tehlikeli hoşgörüsüzlük timsali olan terörist grup IŞİD’i yaratan da, Suriye’de devam eden bu çatışma.

IŞİD 2014’te Kuzey Irak’ın dini çeşitliliği zengin Şengal ve Ninive düzlükle­rinin kontrolünü ele geçirdi. Ardından Yezidileri katledip onlara tecavüz ettiler ve Hıristiyanları buralardan uzaklaştırdılar. Irak’ta kalan Hıristiyanların üçte biri evsiz, çünkü IŞİD Hıristiyanlığın geleneksel olarak güçlü olduğu köyleri ve kasabaları işgal ediyor.

IŞİD kendini “İslam Devleti” olarak adlandırıyor, çünkü savaş meydanında müthiş başarılar kazanarak yeni dinlerini yayan asıl Müslüman cemaatinin benzeri olduğunu iddia ediyor. IŞİD destekçileri eski cemaat olduğunu hayal ettikleri şeyi yeniden canlandırmak istiyor: Bir halifeye katı bir şekilde bağlı, farklı dini görüşlere tamamen kapalı, Hıristiyanları ve Yahudileri baskı altına alıp putperestleri yok eden bir cemaat. Kuran’ın öne sürdüğü katı cezaların hafifletildiği, Müslümanların farklı devletler ve hükümetlerce bölündüğü ve inanç çeşitliliğinin hoş görüldüğü bir yapıyı, imanın zayıflaması olarak görerek reddediyorlar.

IŞİD destekçileri aslında erken İslam tarihine dair bir yanılgı içinde, zira bu tarih diğer dinlerle tahmin ettiklerinden daha fazla uzlaşıyor. İlk Müslümanların, dinlerini askeri güçle yaymasına odaklanmayı seçtiklerinden, bir devlet inşa etme­nin şiddetten çok daha fazlasını gerektirdiğini unutuyorlar. Gerçekte İslamın altın çağı, Müslüman liderlerin İslami yönetimi altında yaşayan diğer dini cemaatlerden insanların yeteneklerini cömertçe kullandığı dönemlerde yaşanmıştır. Aksine, İslamın diğer inançlara karşı hoşgörüsüzlüğünün doruk noktasında olduğu ortaçağ, aynı zamanda bir büyük yoksulluk ve gericilik dönemiydi.

Modern dönemde maalesef benzer bir örüntü yeniden ortaya çıktı. 20. yüzyılın ilk yarısında çoğunluğu Müslüman olan ülkeler, azınlık dinlerine karşı daha ilerici bir tutum içindeydi. Ayrıca bu ülkelerden pek çoğu için, bir zamanların Müslüman emperyal liderlerinin hâkimiyetinden uzaklaşmaya çalışırken Hıristiyan hükümetle­rin kolonileştirme çabalarını da savuşturmaya dair bir umudun yeşerdiği dönemdi. Geçtiğimiz birkaç on yıldaysa dini bağnazlık, kültürel yozlaşma ve gericiliğin diğer biçimleri kol kola gidiyor. IŞİD bu akımın zirvesi.

IŞİD aynı zamanda İslamiyetin kendi geçmişine de saldırıyor. Hâkimiyetleri altındaki gayrimüslim topluluklara izin veren ve yöneten Müslüman halifelerinden çoğunun ve eski inançlarına bağlı kalarak ya da bu inançları kısmen İslamiyetle bir­leştirerek melez karışımlar oluşturan Müslüman din adamlarının hatırasını da silmek istiyor. Modern Müslümanların, anavatanlarındaki dini çeşitlilik ve İslamiyet öncesi eski tarihleriyle duydukları o büyük gururu silmek istiyor. Bu gurur ve açık görüş­lülük, İslamiyetin orta yerinde farklı dinlerin varlığını sürdürmesini –ve bu dinlerin on milyonlarca takipçisinin bugün burada kalmasına olanak vermesini– sağlamıştı. Umarım bu kitap insanlara teröristlerin bizim unutmamızı istediği gerçekleri hatırlatır.

Okurlara ayrıca, çok farklı olan Ortadoğu ve modern Batı kültürlerinin aslında pek çok tarihi bağla birbiriyle ilişkili olduğunu da göstermek istiyorum. Bizi bir­birimizden ayrı düşüren, kaderin cilvesi, başka bir şey değil. 1240 ile 1402 yılları arasında Ortadoğu’yu mahveden Moğol ve Timurlenk istilaları olmasaydı, Bağdat hâlâ dünya Hıristiyanlığının merkezi olabilirdi; çünkü Irak temelli Doğu Kilisesi’nin doğuda Pekin’e kadar piskopos ve manastırlarının olduğu ve Süryanice yazmaların Uygur ve Moğollar tarafından benimsendiği bir zaman vardı.

4. yüzyılın ortasında, Mani isminde katı vejetaryen bir vaizin bir takipçisi neredeyse Roma imparatoru oluyordu. Başarılı olsaydı, Roma İmparatorluğu, Avrupa’ya Hıristiyanlığı değil Mani öğretilerini yayıyor olabilirdi; Avrupalı hacılar Beytüllahim yerine Mani’nin ilk vaazını verdiği ve Manicilerin yakın akrabaları Mandayyaların yaşadığı Irak Bataklıkları’na gidiyor olabilirdi.

Ama bu olmadı; bunun yerine, bu dinler Hıristiyanlık ve İslamiyetin gölge­sinde kalıp geri çekilerek dağlarda, bataklıklarda ve uzak köylerde sığınak buldu. Arapça ve Farsça konuşan bir diplomat olarak Ortadoğu’yu gezerken, buralarda onları da buldum. Çok ilgimi çekti ve beni şaşırttılar: Bu dinler neydi? Nereden gelmişlerdi? Nasıl hayatta kalmışlardı? Bunlar, mensuplarının dini öğretiyi bile bilmediği gizemli dinlerdi. Böyle bir topluluğa ait olmak nasıl bir şeydi? Yezidiler neden marul yemeyi ya da mavi renk giymeyi reddediyordu ve bıyıklarını kesmek neden bir tabuydu? Mandayyalar her zaman bir Hıristiyan âdeti olduğunu sandı­ğım vaftizi neden gerçekleştiriyordu? Dürziler neden reenkarnasyona inanıyordu? Gizliliklerinin amacı neydi? Bu bilmeceler diplomasiyi bıraktıktan sonra bile kafamı kurcalamaya devam etti. En sonunda bu kitap için araştırma yapmak üzere beni yeniden Ortadoğu’ya sürükledi.

Bugün çok az bilinseler de, bu dinlerin Batı toplumu tarihini etkilediğini keşfettim. Batı manastır sistemini, Aziz Augustinus’u münzevi ve bekâr yaşam biçimleriyle etkileyen Manicilere borçluyuz. El sıkışmak, Yezidilerden önce gelen Mitra’nın takipçileri vasıtasıyla Avrupa’ya geldi (Yezidiler hâlâ eski şekilde, iki ellerinin arasına bir miktar kutsal toprak koyarak el sıkışıyorlar). Harran halkı, Ortadoğu’da yok olan ama geleneklerinin çoğunu Ortadoğu’da hâlâ varlığını sürdüren dinlere miras bırakan paganlara, Bizans’ın düşüşünden sonra nihayet Avrupa’ya dönen ve Rönesans’a ilham olan antik Yunanlara dair bilimsel verilerin muhafaza edilmesinde büyük rol oynadı.

Ayrıca bu toplulukların Müslüman dünyasında azınlık olarak on dört yüzyıl boyunca yasal ayrımcılığa, baskıya ve tehlikeye maruz kaldığını öğrendim. İlk Müslüman hükümdarlardan bazıları, gayrimüslim ve pagan toplulukların süregelen varlığına göz yumdu ama daha sonrakiler yummadı. Askeri teknoloji gelişirken devletler yavaş yavaş en uzak yerleri bile istila etme becerisi kazandı. Arap dünyasına 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar hükmeden Osmanlı İmparatorluğu bu teknolojiyi korkunç bir şekilde kullanarak Yezidileri katletti ve şu anda Türkiye olan bölgedeki Hıristiyan nüfusun çoğunluğunu yok etti. Bu aykırı din toplulukları yine de hayatta kaldı. Geleneklerini terk etmeleri için kendilerine verilen her şeyi inatla reddettiler. Durum gerektirdiğinde dağlara saklandılar ya da çöle kaçtılar.

Örneğin Yezidiler, bir dizi –kendi hesaplarına göre yetmiş iki– katliamdan sonra hayatta kalmayı başardı. Dinlerinin öğretilerini ya da sır dolu kurallarının ardındaki mantığı aralarından sadece birkaçı anlıyordu; ama atalarının inancını terk etmektense ölmeyi tercih ettiler. Benzer şekilde, Iraklı Hıristiyanların da çoğu, geçtiğimiz yüzyılda, 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nun zorladığı ölüm yürüyüşlerinden günümüzde IŞID’in eylemlerine kadar pek çok katliam ve sürgüne tanık oldu.

Direnseler de, bu dinler inançlarını Ortadoğu’nun dışında canlı tutmakta zorlanacak. Yezidiler gibi aşırı gizli grupların geleneklerini aktarması kolay olmu­yor. Papazlar Yezidiler, ayrıca Dürziler ve Mandayyalar için, dinlerini canlı tutan ayinlerini gerçekleştirmek açısından önemli ve yurtlarında köyler asla çok uzakta değil. Ama Yezidiler göç ettiklerinde nereye gideceklerini çoğunlukla seçemiyor; kendilerini en yakındaki papazın yüzlerce kilometre uzağında bulabilirler. Zulüm güçlü bir kimlik duygusu vererek, dış dünyayla temaslarını sınırlayarak, onları geleneklerinin sorunsuz bir şekilde gündelik yaşamlarıyla iç içe geçtiği köylerinde tutarak, bu eski toplulukları bir şekilde muhafaza etti. Bir nevi fosilleştiler. Şimdi de doğa şartlarına maruz kalıyorlar. Dahası Batı’ya taşındıkları zaman kendilerini, onları kolaylıkla anlayamayan bir toplum içinde buluyorlar. Batı’da din toplumsal bir tartışma konusu, laiklik de bir norm; dolayısıyla, yürekte hissedilen ama gizli bir dini nasıl anlatırsınız? Bazen bu daha az bilinen Ortadoğu inançları Hıristiyanlık, İslam (belki de en önemlisi) ya da Museviliğe benzer görünüyor ama tamamen farklı bir gelenekten geliyorlar. Bu dinler ayrıca tarihi, inançları ve yaşam biçimleri kaybolan ve unutulan, bir zamanların büyük krallık ve medeniyetlerinin son mirasçıları. Yine de, hayatta kalmak için gösterdikleri cesur çabadan dolayı daha iyi anlaşılmayı hak ediyorlar. Bu kitabın asıl amacı onlara bir ses vermek ve geride bir hatıra bırakmak.

Bu kitap ayrıca, umarım, din çeşitliliğinin değerini de vurgular. Arap dünyası dini hoşgörüyü reddedip tutuculuğu dikte edince küçüldü. Batı son yüzyıllardan itibaren bunun aksini yaparak büyüdü. Azınlıklarına değer veren bir ülke, onların yeteneklerinden ve dünyadaki diğer topluluklarla bağlantılarından fayda sağlar.

Son olarak, bu kitap İslamla ilgili bir şeyler de söylüyor. İslamın diğer inançlarla etkileşimine dair incelikli bir tablo sunabilmeyi umuyorum. İslam tarihini bazı yazarlar kusursuz bir hoşgörüsüzlük, bazıları da bin dört yüz yıllık kesintisiz bir zulüm şeklinde sunuyor. Aslında Hıristiyanlık gibi İslam da bazen baskıcı ama başka zamanlarda inanılmaz hoşgörülü ve açık görüşlü olmuş. Ne de olsa, bu sıra dışı ve eski inançlar yüzlerce yıl Müslüman hâkimiyetinde hayatta kalmış ama Hıristiyan Avrupa’sında bunu hiçbiri yapamamış. Buna rağmen bunları görmezden gelmeyi tercih eden ve radikallerin tüm İslam dünyasını temsil ettiğini söyleyenler var. Bütün Müslümanları radikal olarak yaftalamak ya da bir milyar Müslüman adına konuştukları için çirkin görüşlerinin hoş görülmesi gerektiğini iddia ederek, radikallere göz yummak istiyorlar. İki yaklaşım da hedefi ıskalıyor. Umarım bu kitap daha doğru bir tablo çizer.

SEPET
0