1999’da Rum tarafıyla sınır hâlâ kapalıyken, Lefkoşa’nın kuzeyindeki sınırda, Yeşil Hat boyunca epey zaman geçirdim; etrafa bakındım, yürüyerek dolaştım, sınırda yaşayan insanlarla oturup sohbet ettim. Mahallelerin, sokakların, hatta evlerin arasından geçen sınır boyunca uzanan her metal yüzey tamamen paslanmıştı. Rum tarafına bakan binalar kurşun delikleriyle kaplıydı. Eski binalar sahipleri tarafından terk edilmiş halde öylece duruyordu; her yerlerini çalılar, otlar bürümüştü, içlerinden ağaçlar çıkmıştı, dalları kırık pencerelerinden dışarıya ve yıkılmış çatılarından yukarıya uzanıyordu. Kapanmış dükkânların kepenkleri paslanmıştı. Merkezdeki çarşı pazar yerine (arasta) çıkan her sokağın tam orta yerinde, elinde silah tutan bir asker resmi bulunan ve üzerinde de “Yasak, Geçmek ve Fotoğraf Çekmek Yasaktır” yazılı, kırmızı renkli uyarı levhaları vardı. Etrafta çok az insan vardı: Burada yaşayanlar, aileleri “surlar içi”nden dışarıya, başka yerlere taşınmış yaşlılar ile Türkiye’den yakın tarihte göç etmiş işçiler ile aileleriydi. Bir zamanlar bu mahallelerde yaşamış olan orta veya üst sınıf Türk, Rum ve Ermeni Kıbrıslılara artık hiçbir yerde rastlayamıyordunuz. Sınır bölgesi öylece bir köşeye atılmış eşyalarla, geride bırakılmış şeylerle, çürüyen çerçöple, terk edilmiş eski nesnelerle doluydu.

İkiye bölünmüş sokaklar arasında zikzak çizerek uzanan kıvrımlı sınır bölgesinde dolaşırken çoğu sefer görebildiğim her şeyi listeleyerek kaydını tuttum. Yaptığım listelerden birisi şöyleydi:

Eski bir evin iki katını birbirine bağlayan, paslanmış bir yangın merdiveni

Ezilmiş, plastik bir su şişesi
Türk tarafını Birleşmiş Milletler ateşkes bölgesinden ayıran duvarın üzerine çocukların yaptığı resimler
Siyah, cılız bir kedi
Yıkılmış, harabe halindeki eski bir taş evin hâlâ yarısı ayakta duran yan duvarı
Yarısı yanmış bir çam ağacı
Ortalığa saçılmış çöp yığınları
Yerde duran eski bir lastik
İçi eski gazete dolu eski bir fırın
Çatısı çökmüş, pencere camları kırılmış ve pervazları sökülmüş bir binanın iskeleti
Yolun bir köşesinde yerde kirli bir battaniye
Köpek dışkıları
Paslanmış boya tenekeleri
Kırık tahta parçaları
Tozlu eski bir ayakkabı teki
Bir elektrik kablosuna asılı kalmış eski giysiler
Kırmızı bir arabanın parçaları
Eski bir araba plakası
Binanın yan duvarlarında kurşun delikleri
Paslanmış, eski bir bebek puseti
Yayları çıkmış eski bir şilte
Yerde kırık bira şişesi parçaları
Yarısı çökmüş, eski, ahşap bir balkon
Eski bir salça tenekesinin içinde büyümüş fesleğenler

Listem uzayıp gidiyor, dokunup koklayabildiğim ve görebildiğim her şeyi bu listeye kaydediyordum. Sınır çöp doluydu: Savaşın ve akabindeki politik açmazın enkazı. Faydalı olduğu düşünülen şeyler alınmış, depolanmış veya satılmış. Geri kalanlar ise burada kendi kaderine bırakılmıştı. Buradaki şeylerle bir artık haritası çıkarılabilir veya bir savaş hatıraları koleksiyonu yapabilirsiniz. Tüm yüzeyler tozla ve pasla kaplanmıştı.

Ortalıkta gezinen çok az insan vardı, burada yaşayansa daha da azdı; çok çok az sayıda Kıbrıslı Türk, muhtemelen bunların çoğunluğunu da yaşlılar oluşturuyordu. Yoldan geçen bir arabanın gürültüsü veya mahalledeki sokaklarda top oynayan Türkiyeli göçmenlerin çocuklarının bağrış çağırışı, tek tük duyabileceğiniz seslerdi. Kıbrıslı Ermeni, Türk veya Rumların terk ettiği, harabeye dönmüş eski binalarda artık Türkiye’den kuzey Kıbrıs’a vasıfsız işlerde çalışmak için (bazen aileleriyle birlikte) gelen işçiler oturuyordu. Pazar sabahları Rum tarafında çalan kilise çanlarının sesi duyuluyordu. İkonları sökülmüş, pencereleri ve mermer taşları kırılmış, yıkık dökük bir Ermeni kilisesinin kalıntıları, bir zamanlar Ermenilerin ve Türklerin birlikte yaşadığı bu mahallede sessizce duruyordu. Ana girişinin yanında bırakılmış çerçöp, süprüntü nesne yığınları vardı.

Her gün bu mekânlarda ve çevrelerinde zaman geçirirken, bu yıkıntılar, harabeler ve enkaz aracılığıyla kendini belli eden bir rahatsızlık duygusu deneyimledim. Her enkaz parçası tekinsiz görünüyordu. Sanki yıkılmış duvarlar, bina enkazları ve kurşun deliklerinin konuşması tam ortasından ikiye bölünmüş gibiydi; sanki içlerindeki dokunsan patlayacak olan bastırılmış duygu dalgalanmaları önleniyor gibiydi. Mekân bedenimin içinden geçen kendine has bir enerji yayıyordu. Tedirgin, huzursuz, uygunsuz bir yerdeymişim gibi hissediyordum.

Bu mekânlarda dolaşıp notlarımı tutarken, sınıra yakın bir yerde yaşayan yaşlı hanımların bu yıkıntılar hakkında ne hissettiğini ya da hemen bitişiğine yerleşmiş Türkiyeli göçmenlerin nasıl hissettiğini merak etim. Lefkoşa’nın surlar içinden dışarıya, yeni inşa edilmiş orta sınıf mahallelere ve banliyölere taşınmış Kıbrıslı Türklerin hisleri de merakımı cezbediyordu. Burası onlara da bana geldiği gibi tekinsiz mi görünüyordu? Böyle mi hissettiriyordu? Sınır bölgesinde yaşayan yaşlı bir Kıbrıslı Türk kadın “Buna alıştık” demişti. “Hayır, bu yıkıntılar beni rahatsız etmiyor.” Surlar içi bölgesinin dışında, sınırdan uzakta yaşayan yirmilerindeki bir Kıbrıslı Türk ise şöyle demişti: “Ganimetlenmiş Ermeni kilisesinin yanından geçerken eskiden kendimi kötü hissederdim. Ama her gün işe gidip gelirken yanından geçince artık kiliseyi fark etmiyorum bile, gide gele alıştım.” Bu enkaz, bu yıkıntı insanı nasıl üzmez, incitmez, merak ettim. Nasıl normal gelebilir ki? Bana bina enkazları, duvarlar ve moloz yığınları öyle canlı görünüyordu ki sanki sessizce acı anılarını anlatıyorlardı.

Hem Lefkoşa’nın sınır bölgesi hem de diğer birçok alan, bana adeta açık bir yara gibi göründü. Ama şimdiki sakinleri öyle hissetmediklerini söylüyorlarsa, bu enerjinin tutulduğu yer yıkıntılar değil miydi? Midemde hissettiğim yanma sadece öznelliğimin bir yansıması mıydı? İnşa edilmiş (ve yıkılmış) çevreye kendi yansıtmalarımın, kendi kurgularımın, kendi aktarımlarımın bir yansıması mıydı? Zamanla, bu durumun bir “ya o, ya bu” meselesi olmadığını anlayacaktım. Bu enerjiyi ne enkaza ne de insanlara konumlandıracaktım. Araştırmam gereken şey, insanlar ve savaş enkazları arasındaki özel ilişki ve bunun zaman içinde nasıl değiştiğiydi.

Yael Navaro, Kurmaca Mekân: Kuzey Kıbrıs’ın Duygu Coğrafyası

SEPET
0